Hi quest ,  welcome  |  sign in  |  registered now  |  need help ?

Çay, Yeşil Çay, Siyah Çay Faydaları Yararları Zararları

Written By Unknown on 9 Ağustos 2011 Salı | 10:38

ÇAY, SİYAH ÇAY, YEŞİL ÇAY

CAMELL1A SINENSIS (L) O. KUNZE

Tıbbi Nitelikleri: Gerek siyah gerekse yeşil çay kansere karşı koruyucudur, virüslerin, mikropların çoğalmasını önler, kalp ve damarları kireçlenmeye karşı korur, yüksek tansiyonu düşürür, kanı pıhtılaşmaya karşı korur, kemiklerin sıkılaşmasım sağlar, dişleri çürümeye karşı korur, ağız kokusunu önler.

Araştırmalar çayda bulunan epigallokateşingallatm (EGCG-polifnol) kansere karşı en iyi koruyucu olduğunu göstermiştir. Epigallokateşingallatm özellikle yemek borusu, mide ve karaciğer kanserinde daha etkilidir.

Çay, güçlü bir kanserojen olan nitrosamin zehrinin midede oluşmasını önlemektedir. Yeşil çay özellikle akut alerji nöbetlerinde içindeki manganez nedeniyle yatıştırıcı olmaktadır. Çaydaki manganez kandaki şeker oranını düşürdüğünden, alerjik nöbeti karşıt etki yaparak durdurur. Bu durumda el veya ayaklara sıcak yeşil çayda banyo yaptırılması da yararlı olmaktadır.

Yüksek tansiyonun nedeni tam olarak aydmlatılamamıştır. Ancak karaciğerin ürettiği renin, anjiyotensin I-II gibi birçok enzimin kan basıncı üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Bunlardan anjiyotensin H’nin büzücü gücü daha yüksek olduğundan yüksek tansiyonun oluşmasında en etkili olan enzimdir. Yeşil çaydaki kateşin anjiyotensin H’nin üretimini önlemekte ve kan basıncının düşmesini sağlamaktadır. Yaşlanan insanların damarlarında zayıflamalar görülür ve damarlar elastikiyetini kaybeder. Çaydaki bir enzim damarların güçlenmesini ve basıncının düzenli kalmasını sağlamaktadır.

Çayın antioksidan gücü E vitamininden 20 kat fazladır. Vücudunda yüksek oranda E ve C vitamini olan canlılar daha uzun yaşamaktadır. Çay karaciğer hastalıklarının tedavisini destekler. Çok zor tedavi edilen hepatit iltihaplarının kansere dönüşmesini önler.

Düzenli olarak yeşil çay içenlerde kan dolaşımı şikâyetleri çok ender görülmektedir. Çayın gribe karşı koruyucu olma özelliği içindeki flavon etkili maddenin, grip virüsüne yapışarak onu öldürmesinden kaynaklanmaktadır, ishale neden olan virüsler de grip virüsleri gibi çaydaki benzer bir madde tarafından aynı şekilde öldürülmektedir. Kolera virüsü zehirinin aktif duruma gelmesi de çay tarafından önlenmektedir.

Bu nedenle çay ishal enfeksiyonlarına karşı iyi bir koruyucudur. Çay güçlü bir idrar söktürücüdür. Çayın kalp ve kan dolaşımını koruyucu özelliğini, içindeki vitamin etkisi gösteren maddeler sağlamaktadır. Akut kalp enfarktüsüne ve inmeye karşı koruyucu gücü de kan pıhtılaşmasını önlemesinden kaynaklanmaktadır. Hayvanlar üzerinde yapılan denemeler çayın etkisinin asetilsalisil asit kadar güçlü olduğunu göstermiştir.

Araştırma doğal kateşinin kan şekerini önemli oranda düşürdüğünü göstermiştir. Kandaki şekeri düşürmek için uygulanan yenebilir kateşin kuru yeşil çaydan elde edilmektedir. Ayrıca, yeşil çayda bulunan polisakkarit de kan şekerinin azalmasında etkili olmaktadır. Yaşlılık şekerinde gün boyu içilen yeşil çay, şekerin kontrol altında tutulmasına yardımcı olmaktadır.

Çay gençlik ve canlılık verir. Bu nedenle yaşlıların kahve yerine çay içmeleri önerilmektedir. Çay kan dolaşımını harekete geçirir ve uyanık kalmayı sağlar. Bağışıklık sistemini destekler, metabolizmayı hızlandırır ve daha fazla oksijen almayı sağlar. Birçok hastalığın oluşmasını önleyerek koruyucu rol oynar.

Not: Yaşlılar her gün birçok kez çay içebilir. Ancak 1 çay fincanı çay için 2 g çay kullanılmalıdır.

Çayın içinde iltihap önleyici birçok madde vardır. Özellikle başlangıç durumundaki anjin için iyidir. Aynı zamanda sıcak çay rahatlatıcıdır. Yeşil çayda bulunan kateşin karies bakterilerinin metabolizmasını etkiler ve çoğalmasını önler. Kateşinin bakteri öldürme özelliği olduğundan karies bakterilerini öldürmektedir. Uzun zamandan beri florun dişlerin direncini artırdığı bilinmektedir. Çayda flor doğal olarak bulunmaktadır. Bitkiler içerisinde en yüksek oranda flor çayda bulunmaktadır. Yeşil çay banyosu ayakları mantarlara karşı dayanıklı hale getirir.

Çay kadınlarda doğurganlık oranını artırır. Yeşil veya siyah çay alzheimer hastalığının gelişmesini yavaşlatır.

Dikkat: Çayın tüm tıbbi niteliklerinden ancak günde en az 10 çay fincanı içenler tam olarak yararlanabilir.

Kullanıldığı Yerler: Ağız kokusu, alerji, anjin, artrit, damar sertliği, ayak mantarı, depresyon, flor eksikliği, gastrit, gaz şişkinliği, kan damarları zayıflığı, kanser, kolesterol, şeker, yaşlılık, yüksek tansiyon.

Botanik Özellikleri: Yeşil çay ve siyah çay aynı ağacın ürünüdür. Aradaki fark çay yapraklarının işlenmesinden kaynaklanmaktadır.

Camellia Assamica ve Camellia Sinensis konik olarak büyüyen ağaçlardır. Boyları türüne göre 6-15 metre arasında değişir. Çay ağaçları 100 yıl yaşar. Çin’de yetişen çaya Camellia Sinensis, Hindistan’da yetişene ise Camellia Assamica adı verilmiştir. Bu çay bitkilerinden Japonya ikliminde ve toprağında yetişen ve yetiştiği çevreye uyum sağladığı için çok iyi ürün veren Camellia Japonica gibi birçok tür üretilmiştir. Günümüzde çay yetiştiricisi kendi çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan çayı seçme şansına sahiptir.

Çin’de yabani olarak yetişen subtropikal çay, kökünden itibaren dallanmaya başlar ve yavaş büyür. Toprak bakımından daha yetingendir. Hatta hafif dona dayanıklıdır ve az nemde de yaşamını sürdürür. Assam çayı tam bir tropikal bitkidir. Gelişebilmesi için güçlü güneş ışığına, sıcağa ve yüksek oranda neme ihtiyacı vardır.

Çay bitkisi yaz kış yeşildir. Yapraklarının toplanmasını kolaylaştırmak için devamlı budanarak boyu 120-150 cm arasında tutulur. Ne kadar fazla sulanırsa o kadar çok ürün verir. Yüksek nem gelişmesinin başlıca koşullarından biridir. Çin’de en iyi çay, tepeleri sürekli bulutlarla kaplı dağlarda yetişir. Bununla birlikte, çayın günde ortalama 4-5 saat güneşe ihtiyacı vardır.

Çin çayının yaprakları uzun, oval, koyu yeşil, parlak, kısa saplı ve kenarları ince dişlidir. Taze yaprakların altında çok ince, gümüş renkli parlak tüyler vardır. Hint çayının yaprakları daha büyük ve derimsidir. Çin çayından daha fazla ürün verir. Assam melezleri bol ürün verir, dayanıklıdır, hastalıklara ve zararlı böceklere karşı kendini daha iyi korur.

Çay ağacının çok güçlü kazık kökü toprağın 6 m derinliğine kadar iner. Suyunu ve gıdasını yetiştiği toprağa göre gelişen yan kökleriyle alır.

Nelerinden Yararlanılır: Yaprağından yararlanılır.

Toplanması ve Saklanması: Çay yetiştiği iklime göre, tüm yıl boyunca veya belirli dönemlerde toplanır. Çay sürgünlerinin ucundaki 3 yaprak, çay yaprakları üzerindeki çiğ kuruduktan sonra elle toplanır. Genellikle yaprağın biri tam açmadığı için toplanan çay yaprağı sayısı 2,5 olarak kabul edilir.

Yaprakların toplandıktan en geç 6 saat sonra fabrikaya götürülmüş olması gereklidir. Aksi halde kalitesinden kaybeder.

Siyah çay fermantasyon sonucu elde edilmektedir. Bu karışık ve çok özen isteyen bir işlemdir. Fermantasyon sürecinde çay yapraklarında oluşan kimyasal reaksiyon nedeniyle tanen maddesinin bir bölümü değişikliğe uğrar. Yeşil çay böyle bir işlemden geçirilmediği için içindeki tanen oranı daha yüksektir ve tadı daha buruktur.

Yeşil çayın rengim koruması ve yapraklarındaki enzimlerin sonradan fermantasyona başlamaması için yapraklar özel tavalarda ısıtılarak veya buharla içindeki enzimler tahrip edilir.

Çayın toplanması, depolanması ve paketlenip piyasaya sunulması arasında oldukça uzun zaman geçmektedir. Bu süre içinde çaydaki kimyasal reaksiyonlar devam eder. Toplandıktan sonraki üç hafta içinde çayın kalitesi daha da artar. Depolama süreci içinde çaydaki teaflavin ve okside olmamış flavonlar azalır, teinin suda çözünürlük özelliği artar.

En mükemmel paketlemede bile çay kalitesinde kayıp olmaktadır. Uzun süre depolanan çayda, özellikle aroma kaybı olur, büzücü gücü azalır. Bazen tadında arzu edilmeyen değişiklikler ortaya çıkar. Uzun süre depolama, çaydaki kateşin oranını da olumsuz etkiler. Çay hava ve ışık geçirmeyen cam, porselen veya tahta kaplarda ve serin yerlerde saklanmalıdır. Nemden çok iyi korunmalıdır.

Kokusu ve tadı: Siyah çay içmeye alışık olanlar için yeşil çayın tadı yavan, otumsu ve hafif acımsıdır. Yeşil çayın rengi sarıdır ve çaya özgü aroması yoktur. Siyah çay uzun süre demlendiğinde koyu kırmızı bir renk verir. Kendine özgü bir aroması vardır. Hafif buruktur. Her iki çay türü de uzun süre demlendiklerinde acılaşır.

Yan Etkileri ve Zararları: Bazı insanlar içinde tein bulunan içecek veya yiyeceklere karşı alerjik reaksiyon gösterir. İçin-, de tein olan kahve, kakao, siyah çay, kola, çikolata gibi içecekleri içtikten veya gıdaları yedikten bir saat sonra vücutlarının her tarafında kaşıntı başlar.

Yeşil çayın içinde de tein vardır, ancak hiçbir alerjik etki yapmamaktadır. Bundan teinin değil, bağlantılarının ve birleşimlerinin alerjiye neden olduğu sonucu çıkar. Her şeye rağmen içinde tein bulunan içecekler ve gıda maddelerine karşı dikkatli olunmalıdır.

Dikkat; Yeşil veya siyah çayla kesinlikle ilaç alınmamalıdır. Çayın ve alınan iiacın karşıt kimyasal etkileşiminden istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ayrıca 7 dakikadan daha uzun süre demlenmiş çaydaki tanen mide ve bağırsaklardaki gözenekleri daralttığından Hacın bir bölümü emilmeden dışarı atılır.

Tein en çok birinci demde bulunduğundan, çocuklara çayın birinci demi dökülerek ikinci deminin verilmesi önerilmektedir.

içinde tein bulunan içecekler ara sıra uyumamak için içilebilir. Ancak bu yöntem kesinlikle uzun süre uygulanmamalıdır. Uyarıcı maddeleri uzun süre kullanmak hiçbir zaman sağlıklı değildir. Çayda ve tein içeren diğer tüm içeceklerde bulunan teofilin ve teobromin alkaloitleri, teinin uyarıcı gücünü artırır. Örneğin çay ve çikolata teinin uyarıcı gücünü ve canlandırıcı etkisini artırır. Tütünde bulunan nikotin de teinin gücünü artırır.

Çay ve ette yüksek oranda üre bulunmaktadır. Aşırı derecede et yemek ve çay içmek gut hastalığına, romatizmaya ve sinirsel bozukluklara neden olabilir. Gut hastalığı ve romatizması olanlar fazla çay içmekten ve et yemekten kaçınmalıdır. Özellikle çay ve eti bir arada, yüksek oranda tüketmemeli, siyah çay yerine ölçülü oranda yeşil çay içmelidirler. Peklik çekenler 3-4 dk demlenmiş çay içmelidirler. Demlenmenin 5. dakikasından itibaren tanen serbest kalır. Tanen büzücü olduğundan pekliği olumsuz etkiler.

Yemekle birlikte içilen çay, demirin vücut tarafından emilmesini önler, kansızlığa neden olur. Bu nedenle kahvaltıda ve yemeklerde çay içilmemelidir. Fazla içilen çok demli çay, insanların sinir sistemini olumsuz olarak etkileyebilir.

Aşırı sıcak yenen gıda maddelerinin ağız, yemek borusu ve mide kanserine neden olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Aşırı sıcak içilen çay da ağız, yemek borusu ve mide kanseri riskini yükseltir.

Kullanma Biçimleri: Çay içten uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri: Çay porselen veya cam kapta yapılmalıdır. Çayın yapıldığı kap deterjan veya sabunla değil, sıcak suyla yıkanmalıdır. Yeşil çay ve siyah çayın yapımı farklıdır. Suyun sertliği çayın aromasını ve tadını etkiler. Çay, sertliği az olan suda daha iyi demlenir. Suyun mineral oranı da düşük olmalıdır. Çay suyu kısa süre (yaklaşık 30 saniye) kaynatılmalıdır. Uzun süre kaynatılan su, çayın aromasını olumsuz etkiler. Klorlu sular ağzı açık kaynatılmalıdır.

3 dk demlenen çay uyarıcıdır. 7-10 dk arasında demlenen çay sakinleştirici dir. Bu etkiler çaydaki tein ve tanen maddelerinden kaynaklanmaktadır. Tanen 5. dakikadan itibaren serbest kalmaya başlar. 10 dakikadan sonra çay çok acılaşır.

Demlenmenin ilk 3 dakikasında çaydaki tein maddesi serbest kalır. Çaydaki tein canlandırıcı etkisini yavaş gösterir, ancak bu etki uzun sürer. Ayrıca teinin kan damarlarını genişletici özelliği vardır. Böbrekler üzerinde de etki yaparak idrar söktürücü rol oynar. Yeşil çayın üzerine kaynar su haşlanmaz. Çay suyu kısa süre kaynatılır, birkaç dakika beklenir, porselen veya cam bir kaba konur ve içine yeşil çay karıştırılır. Suyun sıcaklığının 70°C’den daha fazla olmamasına kesinlikle dikkat edilmelidir. Uyarıcı olarak 3 dk demlenir. Çay suyunun yumuşaklığı çayın tadını, aromasını ve içimini olumlu olarak etkiler.

Yeşil çayın kalitesine göre aynı çay birkaç kere demlenebilir. İkinci ve üçüncü dem daha çok sakinleştirici dir. Siyah çay demlemek için çay suyu kısa süre kaynatılır. Porselen veya cam kaba siyah çay konur ve üzerine kaynar su eklenir. Uyarıcı olarak 3-4 dk demlenir. 1 çay fincanı suya 2 g yeşil veya siyah çay konur. 1 litre suya ise 10-15 g çay konur. Bu yöntemle acılaşma önlenmiş olur. Şekersiz içilen 1 çay fincanı yeşil veya siyah çayda sadece 2 kalori vardır. İçine süt veya krema karıştırılan çayın aroması güçlenir. Çaydaki tein süt tarafından geçici olarak bağlanır, ancak bu bağlantı teinin mide epitel dokusunu tahriş etmesini önlemez.

Çay içine birkaç damla limon suyu veya bir dilim limon karıştırılarak da içilir. Limon çayın rengini açar ve aromasını değiştirir. Limonlu çay susuzluğu giderir. Ağız kurumasını önler.

Çay keyfi ülkeden ülkeye değişmektedir. Hatta aynı ülkenin değişik bölgelerinde bile çay içme alışkanlığı değişiktir.

Hindistan’da çay çok sütlü, tatlı, içine belirli baharatlar karıştırılan milli bir içecektir. İrlandalılardan sonra en çok çay içen İngilizler kişi başına ortalama günde 5 çay içer. Çay fincanının beşte birini soğuk olmayan sütle doldurur, üzerine sıcak çay koyar ve şeker karıştırırlar. İskoçlar çay fincanına bir kadeh viski ve şeker koyduktan sonra sıcak çay doldururlar ve son olarak da krema eklerler.

Rusya’da demliğe çok çay az su konur. Bu yöntemle çok koyu çay elde edilir. Demlikten bardağa konan çaya, ağız tadına göre sıcak su ve şeker karıştırılır. Buzlu çay için çay şoklanarak dondurulur ve dondurucuda saklanır. Her bardak için 4-5 g çay konarak demlenir. Bir bardağın üçte ikisi buzla doldurulur ve kaynar demli çay bu bardağa doldurulur. Arzuya göre şeker, limon, cin, konyak veya kampari de karıştırılır.

İçindeki Bazı Maddeler: Tein (%l,5-4 arasında), adenin, teofilin, teobromin, eterli yağ ve aroma maddeleri (300′den fazla), mineraller ve izleri (alüminyum, bakır, çinko, demir, flor, iyot, kalsiyum, manganez, potasyum), vitaminler (B, C, E, niasin, pantotenik a-sit), aminoasitler, diğer maddeler (selüloz %10, yağlar, üre, balmumu, saponin, lipoksigenaz, karoteno-id, flavonglikozit, flavonoidler (polifenoller). 5 çay fincanı çay (20 g çay) bir insanın günlük flor ihtiyacını karşılamaktadır. Çayın içindeki florun oranına göre bazen 5 çay fincanmdaki flor oranı ihtiyaçtan yüksek olmaktadır.

Tein ve kafein kimyasal olarak aynı maddelerdir. Çayın içindeki 400′den fazla maddenin birlikte yaptıkları etki henüz tam olarak bilinmiyor. Çin ve Japonya’da yapılan araştırmalarda 100 g yeşil çayda 9,36-12,9 g polifenol ve 1,82-2,94 g tein tespit e-dilmiştir. Tein oranının tüm çay toplama süresince aynı kalmasına karşılık, polifenol oranı ilk ve sonbaharda yükselmektedir. Tıbbi olarak reaksiyon göstermesi için günde 0,75-1,55 g polifenole ihtiyaç vardır. Normal olarak içilen yeşil çayla bu oranın alınmasının imkânsız olduğu ileri sürülmektedir.

REÇETELER

Ayakları Mantarlardan Koruyucu Banyo:


Adaçayı yaprak 50 g

Yeşil çay 25 g

6-7 g karışıma 2 litre kaynar su eklenir, ıo dk demlenip süzülür. Yatmadan kısa süre önce, ayaklar içinde 10-15 dk banyo yapılır. Çok iyi kurulandıktan sonra yumuşatıcı bir yağla masajlanabilir.

Bu banyonun başlangıç durumundaki mantarları yok ettiği de ileri sürülmektedir. Ancak bu uygulamanın uzun süre yapılması gereklidir.

Gaz Şişkinliği:

Rezene tohum 25 g

Yeşil çay 25 g

4 g karışıma 70°C, sıcak su eklenir 7 dk demlenir. Yemekten ı saat sonra içilir.

Menopoz:

Anason tohum 5 g

Civanperçemi çiçekli dallar 5 g

Lavanta çiçek 5 g

Meyan kök 5 g

Mürver çiçek 5 g

Peygamberçiçeği çiçek 5 g

Sığırkuyruğu çiçek 5 g

Tıbbi öküzgözü çiçek 5 g

Bahçe nanesi yaprak 10 g

Barut ağacı ağaç kabuğu 10 g

Kayışkıran Kokulu menekşe Çay kök çiçekli bitki yaprak 10 g 10 g 20 g

5 g karışıma 150 mi sıcak su eklenir, 15 dk demlenip süzülür. Sabahları 2 çay fincanı içilir.

Kısa Açıklamalar:

Çocuklar 5 yaşına kadar, yılda ortalama 5 kere ishal olurlar. Bu durumda çocuğun vücudu su ve birçok mineral kaybeder. Çocuğun mineral kaybı elektrolit eriyiklerle karşılanır. Ancak bu eriyiğin olmadığı durumlarda çaydan yararlanılır. 1 g (yarım çay kaşığı) siyah çaya 150 mi kaynar su eklenir. Tanenin suda yüksek oranda çözünebilmesi için 15 dk demlenir. Çaya üzüm şekeri veya normal şeker karıştırılabilir.

Thea Sinensis L., Thea Viridis L., Teae Bohea L., Camellila Thea Link, Camellia Theifera Griff çayın eski adlarıdır.

Eski Çin yazılarında çayın adı t’u, şe, ming, kia veya çuan olarak geçmektedir. Günümüzde Japonya ve Çin’de ç’a adı yaygın olarak kullanılmaktadır. Hintliler milli içkileri olan bu içeceğe chai (çay) der. Türkçe çay adı da doğu kökenlidir.

Çayın anavatanının Çin ve Hindistan olduğu kabul edilmektedir. Hindistan’da yetişen yabani çayın Çin’de yetişenden farklı olmasına iklim ve toprak farkının neden olduğu ileri sürülmektedir. Çin’de çay tarımı MÖ 3000 yılından beri yapılmaktadır. Bu dönemin krallarından Shen Nung çay içmenin insana sağladığı faydaları övmüştür. Çin’de çayla ilgili ilk kitap üç cilt olarak 780 yılında yazılmıştır. Lu Yü, bölgesinde yaşayan birkaç çay taciri tarafından çayın kökeni, insanların çay içme alışkanlıkları, çayın tarihi ve tedavi gücüyle ilgili bir kitap yazmakla görevlendirilmişti. Bu kitap sayesinde Lu Yü yıllar boyunca birçok kuşak tarafından çayın pîrî kabul edildi. Kitabı ölümünden yüzlerce yıl sonra bile Çin’de ve Japonya’da çayla ilgili en önemli kaynak sayıldı. Çin’de Sung döneminde (960-1280) çay insanların yaşamında önemli bir yer edindi.

Dostlara ve önemli misafirlere çay ikram etme alışkanlığı örf ve âdetlerde yerini sağlamlaştırdı. Bu tarihlerde de çay öncelikle kültürlü tabakanın içeceği olarak kaldı. Zamanla çay pişirme işi mükemmelleştirilerek bir sanat haline geldi. Çin imparatoru Hui Zong (İS 1101-1126) çayın tanınmasını destekledi, çayla ilgili Kuan ç’a Hin adlı bir eser yazdı ve yeni çay yetiştirme yöntemleri geliştirdi. Yeşil çayla ilgili ilk bilgiler 13. yüzyıldan itibaren başlar. Çay başlangıçta ilaç olarak kullanılıyordu, ancak 13. yüzyıldan sonra yavaş yavaş keyif verici madde olarak da içilmeye başlandı.

Çay Japonya’da ilk defa 522 yılında kullanılmıştır. Çay Japonlara gezgin Budist rahipler tarafından tanıtılmış, özellikle Zen Budistleri tarafından desteklenerek yayılması sağlanmıştır. Tarımı 805-806 yıllarında Japonya’ya getirilen çay tohumlarıyla başlatılmıştır.

Japon çay seramonisinin esaslarını düzenleyen çay ustası Riyu’dur (1521-1591). Bu seramoni günümüzde de uygulanmaktadır.

Avrupa’ya çay ilk kez 1610 yılında getirilmiştir. Ticareti ise 1638 yılından itibaren başlamıştır. Başlangıçta çay eczanelerde satılmış ve ilaç olarak kullanılmıştır. Dönemin tanınmış hekimleri içilmesini destekledikleri için çay çabuk yayılmıştır. 1700 yılından itibaren İngiltere’de günlük içecek olmuştur. 18. yüzyılın ortalarında İngiltere’de çay kahveden çok içiliyordu. İsveç’te ise 1756′da kahve ve çay içilmesi yasaklandı. İngilizler kendilerine birçok zorluk çıkaran Çin çay tekelinden kurtulmak için, 19. yüzyılda Çin çayını Hindistan topraklarında üretmeye başladılar. Aynı zamanda Assam çayını da geliştirdiler. Avrupa’da çayın iki ayrı ağaçtan toplandığı sanılıyordu. 1850 yılında çayın renginin farklı olmasının, çayın toplandıktan sonraki işlenme yönteminden kaynaklandığı açıkladı.

Eldeki kayıtlardan Türkiye’de ilk çay yetiştirme denemesinin 1888 yılında Bursa’da yapıldığı anlaşılmaktadır. Mudanya Kaymakamı Hasan Fehmi’nin 1892′de yayımlanan Coğrafyayı Sınaî ve Ticari adlı kitabında çay fidanlarının, dönemin ticaret bakanı es-bakı İsmail Paşa aracılığıyla Çin’den getirildiği yazmaktadır. Toprak ve iklimin çayın yetişmesine uygun olup olmadığı araştırılmadan yapılan bu girişim başarılı olmadı.

Çayın Türkiye’de yetiştireebileceği tezi ilk olarak 1917 yılında Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi müdür yardımcısı Ali Rıza Erten tarafından ileri sürülmüştür. Dönemin hükümeti tarafından görevlendirilen Ali Rıza Erten, Batum ve çevresinde narenciye ve çay yetiştirildiğini ve Rize ve çevresinin toprak ve iklim yönünden Batum’la özdeş özelliklere sahip olduğunu tespit etmiştir. Çalışmalarıyla ilgili 91 sayfalık rapor kitap olarak basılmıştır. Araya savaşın girmesi bu çalışmanın gerçekleşmesine engel olmuştur. Bundan sonraki girişim 1924 yılında gerçekleşmiştir. TBMM’nin 16 Şubat 1924′te çıkardığı bir yasayla Rize iliyle Borçka kasabasında narenciye, fındık ve çay yetiştirilmeye başlanmıştır.

Üreticiye yeterli bilgi verilmediğinden bu girişimden de sonuç alınamamıştır. Çay içme alışkanlığının halk arasında süratle yayılmaya başlaması Türkiye’de çay yetiştirme arayışlarının hızlanmasına neden olmuştur. 1933′te dönemin Ziraat Bakanı Muhlis Erkmen ve beraberindeki bilim insanlarından oluşan heyet Rize ve çevresinde yaptıkları incelemeden sonra bir çay yetiştirme programı hazırlamıştır. Zilini Derin 1937 yılında çay tarımının yerleşmesi ve geliştirilmesi için tam yetkiyle görevlendirilmiştir.
10:38 | 1 yorum

Kahve, Kahvenin Faydaları Yararları Zararları

KAHVE

COFFEA ARASICA L Rubiaceae

Tıbbi Nitelikleri: Günümüzde kahvenin içindeki çeşitli maddelerin vücudumuzun çeşitli organları üzerinde farklı etkiler yaptığı bilinmektedir. Kahvenin içindeki en önemli madde kafeindir. Onu sırasıyla klorojenik asit ve trigonelin takip eder. Kahvenin içindeki kafein kahve içildikten 15 dk sonra bağırsaklara ulaşır. Kafeinin vücuttaki etkisi 5-7 saat sonra tamamen kaybolur. Kafein her şeyden önce merkezi sinir sistemini etkiler.

Önce algılama yeteneği süratle artar, refleksler güçlenir ve beyin daha iyi çalışır. Uyku dağılır, yorgunluk kaybolur. Kahve uyuşturmaz ve karar verme yeteneğini engellemez. Ancak çok tüketildiğinde düşüncelerin dağılmasına, karışmasına, karar verme yeteneğinin azalmasına, iç huzursuzluğa ve ellerin titremesine neden olur.

Kafein uyku kaçırır. Yaşlılarda ise azalmış olan beyin kanlanmasını artırdığı için uyumalarını kolaylaştırmaktadır.

İçki içtikten sonra özellikle acı kahve içmenin kandaki alkol oranını düşürdüğüne inanmak, içkinin etkisini yok ettiğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Kafein uyarıcı olduğundan içkili insan kendini daha iyi hisseder ve içkinin etkisinin yok olduğunu zanneder. Kahve kandaki alkol oranını kesinlikle etkilemez, sadece kısa bir süre için uykuyu dağıtır ve insanda ayık olduğu hissini uyandırır. Kahve alkolden sonraki mahmurlukta yardımcı olur. Bu durumda kahveye taze limon suyu karıştırılarak içilmelidir. Limonlu kahve genişlemiş, elastikiyetini kaybetmiş olan beyin damarlarının eski durumunu almasını sağlayarak baş ağrısının geçmesini ve ayılmayı sağlar. İçine 1 limon sıkılan acı kahve baş ağrısına iyi gelir. Günde 3 çay fincanı içilebilir

Kahve tansiyonu yükseltmez ve kalp damarları ve akciğer için de tehlike oluşturmaz. Bu nedenle gut hastalığında, şeker ve enfarktüs tehlikesinde kahveyi yasaklamak için bir neden yoktur. Kahve kafein nedeniyle idrar söktürücüdür. Kahve kavrulurken büyük bir bölümü kaybolan klorojenik asit çok hafif zehirlidir. Asit karakteri olan bu madde kafeine göre daha az uyarıcıdır. Midedeki tuz asidinin artmasına neden olduğundan, safranın da artmasına neden olur.

Beyinde otonom ve motor sinir sisteminin düzenli çalışmasını sağlayan dopamin maddesinin azalması Parkinson hastalığına neden olur. Kafeinin beyni Parkinson hastalığına karşı koruduğu ileri sürülmüştür.

Kahve kandaki kolesterol oranını çok hafif yükseltmektedir. Bu oran kahvenin doğru olarak hazırlanmasıyla daha da azaltılabilir. Kahve filtreden geçirildiğinde kolesterolün yükselmesine neden olan yağların büyük bir bölümü filtrede kalır. Kahve astımlı hastalara 3 şekilde yardımcı olur: beynin solunum merkezini uyarır, akciğere kadar tüm bronşları genişletir ve akciğerdeki damarları genişletip gerilimini azaltarak kan akımının artmasını, akciğerin daha fazla oksijen almasını sağlar. İlaçsız olarak astım nöbetine yakalanan hastaya, sakinleştirici olarak 2 kahve fincanı kahve içmesi önerilmektedir. Birçok astım ilacında kafein bulunmaktadır. Hafif solunum zorluklarında bir fincan kahve yardımcı olmaktadır.

Araştırmalar kahve içtikten sonra idrardaki kalsiyum oranının yükseldiğini göstermiştir. Bu nedenle kahvenin kalsiyum hırsızı olduğu ileri sürülmektedir. Belirli bir yaştan sonra kemiklerde kalsiyum azalması görüldüğünden, bazı doktorlar özellikle kadınlara kahve içmemeyi önerir. Ancak araştırmalar kemiklerdeki kalsiyum azalmasının asü nedeninin yanlış beslenme ve hareketsizlik olduğunu göstermektedir. Kahve alışkanlık yapmaz.

Uzun süre kahve içtikten sonra kahveyi aniden, tamamen bırakanlarda bazen çok kısa süreli baş ağrısı görülmektedir. Kahvenin zayıflamaya ve zayıf kalmaya yardım ettiği tespit edilmiştir. Kahve metabolizmayı uyararak vücuttaki yağların erimesine yardım etmektedir. Kahve sütsüz ve şekersiz içildiğinde vücudun kalori harcamasına neden olmaktadır.

Birçok kimse kahvenin sağlıksız bir içecek olduğunu ileri sürmektedir. Ancak yapılan en son araştırmalar kahvenin safra kesesinde taş oluşumunu önlediğini, astım ve alerjide yardımcı olduğunu, konsantrasyon ve yaratıcılığı artırdığını ve parkinson hastalığında destekleyici olduğunu göstermektedir.

Botanik Özellikleri: 9. yüzyılda kahvenin Etiopya’da Kaffa bölgesinde tanındığı eldeki belgelerden anlaşılmaktadır. Ancak kahve ağacının çok daha eski tarihlerden beri tanındığı ileri sürülmektedir. Kahve ağacını Arabistan’a, Etiyopya’dan hacca giden müslümanların getirdiği ileri sürülmektedir.

Portekizliler ve Hollandalılar 1600 yılında Seylan’a götürünceye kadar kahve ağacının Arabistan’dan çıkarılması yasaktı. Kahve tohumları buradan Hindistan’a, 17. yüzyılın sonunda da Cava’ya götürüldü. Kahve ağacı 1706′da Hollanda’ya götürüldü ve Amsterdam’da camekânlarda yetiştirilmeye başlandı. Orada yetiştirilen fidelerden biri Fransız Kralı XIV. Ludwig’e hediye edildi. Kahve fidanı için Paris’te özel bir camekân yapıldı. Kahve ağacı fidanları oradan birçok ülkeye dağıldı. Kahve günümüzde, iklimi kahve ağacının yetişmesine uygun olan tüm ülkelerde yetiştirilmektedir.

Yabani kahve ağacıyla sadece anavatanı olan Etiyopya’da karşılaşılmaktadır. Boyu 12 metreye ulaşır. Sürekli budanarak boyunun 2 metrede kalması sağlanır. Bakımlı bir kahve ağacından 50 yıl ürün alınır. Kahve ağacından melezleştirme yoluyla daha iyi ü-rün veren Coffea Arabica Typica, Coffea Arabica Bo-urbon, Coffea Arabica Maragogype, Coffea Arabica Mokka, Caffea Canephora Robusta, Caffea Canepho-ra Uganda, Caffea Canephora Kouliou, Coffea Libe-rica, Coffea Excelsa, Coffea Stenophylla gibi birçok türler yetiştirilmiştir.

Yaprak koltuklarından çıkan ve toplu halde top görünümünde açan çiçekler sabahları yasemine benzer güzel bir koku verir. 7-11 ay içerisinde çiçeklerin açtığı yerde kirazı andıran meyve toplulukları oluşur. Koyu yeşil yaprakları defne yapraklarını andırır. Kahvenin meyvesi yuvarlak, iki tohumludur. Başlangıçta yeşil olan meyve olgunlaştıkça sarı, kırmızı, koyu kırmızı ve siyahımsı patlıcan rengine dönüşür. Tohumlar yeşil renklidir, bir tanesi filiz verir. Nelerinden Yararlanılır: Tohumundan yararlanılır.

Kahvenin yetiştiği ülkelerde tatlı olan meyve etinden şerbet yapılmaktadır.

Toplanması ve Saklanması: Kahve kuru ve yaş olmak üzere iki yöntemle elde edilir. Kahve elle toplanmak zorundadır.

Günümüzde Arabistan’da ve Afrika’da uygulanan eski ve basit yöntem kuru yöntemdir. Toplanan ve temizlenen meyveler genellikle örtülerle kaplanan havadar, güneşli büyük alanlara serilir. Havanın durumuna göre kahve meyveleri 5-20 gün arasında kurur. Bu süre içerisinde ara sıra karıştırılır ve gecenin neminden korumak için küçük yığınlar halinde toplanarak üstü örtülür. Bu işlem meyve eti tamamen kuruyuncaya kadar sürdürülür. Kuruyan meyveler bir makinede soyulur. Elde edilen kahve tohumları elenir ve ayıklanır.

Yaş kahve yönteminde ise toplanan meyveler suya atılır. Kaliteli olanlar çöker, kalitesizler suyun üzerinde kalır. Suyun üzerinde kalanlar toplanarak ayrılır. Islanarak şişen ve yumuşayan meyveler, basınçlı su altında silindir merdanelerin arasından geçirilerek soyulur. Buna rağmen ayrılmayan meyve artıklarının temizlenebilmesi için kahve büyük kaplarda 2-3 gün suda bırakılarak meyve kabuğunun mayalanması sağlanır.

Sonra meyveler tekrar yıkanır. Islak kahve, makinelerde veya açıkta kurutulur. Kahve tohumlarının dışındaki kabuğun kırılıp çekirdeklerin serbest kalması için kabuk soyma makinesinden geçirilir. Büyüklüklerine göre ayrılır ve bazen de parlatılır. Bu yöntemde çok su kullanılır ve işi daha çoktur. Ancak bu yöntemle daha kaliteli ürün elde edilir. Kahve kenevir çuvallara konur. Uzun yolda ve depolarda nemin belli bir oranın üzerine çıkmamasına dikkat edilir.

Her yıl yeni kahve kavurma yöntemleri bulunmakta ve patent alınmaktadır. Hemen hemen tüm büyük kahve firmasının, çok gizli tuttuğu kendi kahve kavurma ve öğütme yöntemi vardır. Kahvenin kavrulma ısısı 200-250° C arasındadır.

Kahve Çeşitleri: Kafeini alınmış kahve uzun araştırmalar ve denemeler sonucu 1905 yılında Ludwig Roselius tarafından bulundu.

Özel silindirlerde veya kaplarda kahve çekirdeklerine su buharı verilerek içindeki su oranı %10-%30 oranında yükseltilir. Bu yöntemle kafein tuzlan parçalanır ve çekirdeğin büyüyen gözeneklerinden yüzeye çıkar. Kahveye karıştırılan uçucu organik çözücü madde kafeini düşük ısıda (40-70°C arasında) çözerek dışarı atılmasını sağlar. Organik çözücü madde buharla dışarı çıkar. Burada en önemli nokta, çözücü maddenin kahve çekirdeklerinden tamamen temizlenmiş olmasıdır.

Kahve çekirdeğinde çözücü madde kalıp kalmadığı tüm dünyada aynı analiz yöntemi kullanılarak kontrol edilir. Sonra kahve çekirdekleri kurutulur, kavrulur ve çekilir. Kafeini alınmış kahve çekirdeklerinin rengi koyulaşır. Kafeini alınmış kahvede %1′den fazla kafein bulunmaması gerekir. Piyasada satılan kafeini alınmış kahvelerdeki kafein oranı 0,02-0,05 arasındadır. Kafeini alınmış kahveyle alınmamış kahve arasında tat ve aroma bakımından herhangi bir fark yoktur.

Doğal kafeinsiz kahve Madagaskar’da bulunmuştur. Coffea Buxifolia’da çok az kafein bulunmaktadır, ancak içindeki cafamarin maddesi nedeniyle tadı çok acıdır ve içmeye uygun değildir. Tahriş edici maddeleri azaltılmış kahve, özellikle mide ve bağırsaklarda rahatsızlıklara neden olan maddelerden arındırılmış kahvedir. Mide ve bağırsaklarda rahatsızlığa, kavrulmuş kahvedeki aroma verici maddeler ve kahve çekirdeğinin dışını kaplayan çok ince mum tabakasının içindeki maddeler neden olmaktadır. Rahatsızlığa neden olan maddeler arasında kahve yağı, kahve asidi, kahve tanen asidi ve klorojenik asit de bulunmaktadır.

Bu maddeler kahve kavrulduktan sonra su buharı veya sıvı karbondioksit uygulamalarıyla temizlenmeye çalışılmaktadır. Günümüzde piyasada satılan tahriş edici maddelerden temizlenmiş kahveleri tam olarak kontrol edecek sağlıklı bir yöntem bulunmamaktadır. Her firma kendi kahvesinin midevi olduğunu ileri sürmektedir. İlk olarak kabul gören suda çözünür kahve 1930 yıllarında Morgenthaler tarafından bulundu. Kahve koyuluk derecesine göre sıvı, macun veya toz olarak üretildi. Büyük bir oranla toz kahve kabul gördü. Suda çözünebilir toz kahve üretiminde iki yöntem kullanılmaktadır. Bunlardan biri püskürtme diğeri dondurma yöntemidir.

Kahvenin pahalı olması yerini tutacak bitkisel kahve arayışlarına neden olmuştur. Birçok bitkinin meyvesi, kökü, yaprağı ve çekirdeği kurutulup kavrularak kahve yapılmıştır. Bulunan karışımlardan pek azı kabul görmüş, hiçbiri kahvenin yerini dolduramamıştır. Bunlardan en önemlisi yabani hindiba kahvesidir. Tarımı yapılan yabani hindiba kökü yıkanıp, küçük parçalara bölündükten sonra kurutulur ve modern makinelerde öğütülür. Bu madde günümüzde de, belirli bir oranda suda çözünen toz kahveyle karıştırılmaktadır.

Avrupada, özellikle Almanya’da tahıldan yapılan kahve de sevilerek içilmektedir. Genellikle arpadan yapılan kahveye malt kahve denmektedir.

Yan Etkileri: Kafein mideyi, bağırsakları ve safra kesesini etkilemesine rağmen bu organları tahriş etmez. Kahve içildikten kısa bir süre sonra olan mide ağrısı, yanma, ekşime, bulantı, gaz şişkinliği ve kusmaya kahvenin kavrulmasıyla ortaya çıkan tahriş edici maddeler neden olmaktadır. Mide ve bağırsak rahatsızlığı olanlar kahve içmemeli, kahveden vazgeçemiyorlarsa kafeini alınmış ve tahriş edici maddelerden arıtılmış kahveleri tercih etmelidir. Bir kilo kavrulmuş kahvedeki kanserojen benzpiren 0,000000003 g’dır. Bu oran arpa, buğday kahvesi ve siyah çayda daha yüksektir.

Annenin içtiği kahvenin içindeki kafeinin ancak %1′i anne sütüne geçer. Bu oran bebeğin gelişmesine herhangi bir etki yapmaz.

Kahvenin iktidarsızlığa neden olduğu doğru değildir. Sert kahvenin cinsel arzuyu artırdığıyla ilgili bilimsel bir açıklama da yoktur.

Kokusu ve Tadı:
Yeşil kahvenin kokusu yoktur, ancak kavrulan kahvenin kendine özgü aromalı güzel bir kokusu vardır.

İçindeki Bazı Maddeler: Su, karbonhidratlar, yağlar, asitler, proteinler, alkaloitler, trigonelin, mineraller (potasyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor, fosfat, sülfat olarak kükürt), mineral izleri, aroma maddeleri. Kahve kavrulurken ağırlığının %12-20 kadarını kaybeder, ancak hacmi %50-100 arasında büyür. Kavrulan kahve büyük bir değişikliğe uğrar, içindeki maddelerin bir kısmı değişir, bazıları azalır, bazıları ise kaybolur.

Kahve kavrulduğunda suyunun büyük bir bölümünü kaybeder. Yeşil kahvede %6-13 arasında su vardır. Kahve kavrulunca bu oran %0,5′e düşer. Depolama süresinde kavrulmuş kahvenin su oranının %5′i geçmemesi gerekmektedir. Bu oran birçok ülkede yasa ile sınırlandırılmıştır.

Kahvedeki yağ oranı %15-20 arasında değişir. Kahve yağı olarak da adlandırılır. Kavrulduğunda çok az kayba uğrar. Yağların önemli bir bölümünü trigliserit ve diterpen oluşturur.

Asetik asit, karınca asidi, kahveye özel klorojenik asit, laktik asit, limon asidi, oksalik asit ve tatrik asit kahve kavrulurken çeşitli reaksiyonlara girer. Kavrulma sürecinde trigonelinin parçalanmasıyla nikotinik asit oluşur. Asitler kahvenin tadının ve yumuşaklığının oluşmasında en etkili maddelerdir. Kahvenin tadının olgunluğu, kahve çeşitlerinin dengeli karışımına bağlıdır. Asit oranında kahve çekirdeğinin elde edilme yöntemi çok etkilidir.

Yıkanmış kahvenin asit oranı, kuru yöntemle elde edilen kahveden daha fazladır. Kahveyi kavurma oranı ve kahvenin pişirilme biçimi de içindeki asit oranını etkiler. Kahve kavrulmaya başlandığında içindeki asit oranı yükselir, ancak kahve koyulaştıkça asit oranı azalarak başlangıçtaki değere döner.

Kafein kokusuz, renksiz bir tozdur. İğne biçiminde kristalleşir. Kafein oranı kahve türüne göre %0,6-3 arasında değişir. Kahvenin kavrulması kafein oranına önemli bir etki yapmaz. Kahvenin içindeki kafeinin bir bölümü serbest, diğer bir bölümü ise klorojenik aside bağlı olarak bulunur.

Kahvede azot bağlantılı trigonelin oranı %0,2-1 arasındadır. Kavrulma esnasında %50′si kaybolur. Nikotinik asit insan vücudunda süratle niasine dönüşür. Kavrulmuş kahvedeki oranı yüzde 0,02′dır. 3-4 kahve fincanı kahve, bir insanın günlük niasin ihtiyacını karşılar.

Kahvenin içindeki minerallerin oranı yetiştiği yere göre değişir.

Kahveye hoş kokusunu, aromasını veren maddeler çiğ kahve çekirdeğinde yoktur. Aroma maddeleri kahve kavrulurken oluşur. Aroma maddeleri uçucudur, kahvenin tadı üzerinde etkili olur. Aroma maddeleri kahvede ancak %1 oranında bulunur. Kahvede 500′e yakın aroma maddesi tespit edilmiştir. Bu maddelerden her birinin kendine özgü bir kokusu vardır. Hiçbiri yalnız başına kahve kokusu vermez; hepimizin tanıdığı kahve aroması tüm bu aroma maddeleri bir araya geldiğinde oluşur. Kahvede henüz tespit edilememiş olan 300′e yakın aroma maddesinin daha olduğu sanılmaktadır.

KAHVENİN ANAVATANI VE TARİHÇESİ
Coffea sözcüğünün Arapça gahva sözcüğü kökenli olduğu ileri sürülmektedir. Gahva adının, kahve ağacının yetiştiği Etiyopya’nın Kaffa bölgesinden esinlenilerek verildiği ileri sürülmektedir. Gahva aynı zamanda uyarıcı anlamına gelmektedir. İngilizce coffee, italyanca caffe, Fransızca, İspanyolca, Portekizce cafe, Almanca Kaffee sözcükleri Türkçe kahve sözcüğünden gelmektedir.

Anavatanı Etiyopya’nın Kaffa bölgesidir. Günümüzde birçok ülkede tarımı yapılmaktadır.

Kahvenin ne zaman, nerede, kimin tarafından ve nasıl bulunduğuyla ilgili bir çok efsane anlatılmaktadır ancak kesin bir bilgi yoktur.

Kahve başlangıçta ilaç ve gıda maddesi olarak kullanılmıştır. Bedeviler çölde yaptıkları uzun ve yorucu seyahatlerinde kuru kahve çekirdeklerini dövüp yağla karıştırıp uyarıcı, dinlendirici olarak yermiş. Sonraları kurutulmuş kahvenin meyve kabuklan, kahve çekirdekleri ve kuru kahve yapraklarından yapılan içecek şarap yerine içildi. Kahve çekirdeği ilk olarak 13. yüzyılda kavrulmaya başlandı. Habeşistan’da kahveye bun, içmek için yapılan kahveye bunkum denirdi. Arabistan’da ve İran’da kahve yetişmemesine rağmen Araplar ve Persler kahve içiyordu.

Kahve çok pahalıydı, kervanlarla Etiyopya, Habeşistan ve Somali’den geliyordu. 16. yüzyılda Mısır, Suriye, Filistin ve Hicaz’ın Osmanlı İmparatorluğu’na katılmasıyla kahve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde büyük önem kazandı, ordu erzağına dahil oldu ve ordu kahvesiz savaşa gitmedi. Kahvenin kadınların doğum yapmasını kolaylaştırdığı ileri sürüldü. Hatta bir fermanla kocanın eşine kahve içmeyi yasaklaması yeterli boşanma nedeni kabul edildi. Kahve su ve ekmekle eş değer sayıldı.

Halepli tüccar Hakem ile Şamlı Şems efendi 1554 yılında Tahtakale semtinde İstanbul’un ilk kahvehanelerini açtılar. Bu kahvehanelere o zaman Mekteb-i irfan deniliyordu. Kahve kısa bir süre sonra satranç oynayanların ve düşünürlerin sütü olarak adlandırıldı. Kahvehanelerde kitaplar okunuyor, sohbetler ediliyor, satranç ve tavla oynanıyordu.

Dönem dönem devlet otoritesi için tehlike oluşturduğu endişesiyle kahvehanelerin aleyhinde kararlar alınmıştır. Sultan III. Selim döneminde kahvehanelerin kapatılması yönünde çabalar gösterilmiştir. Sultan II. Mahmud yaptığı reformların engellenmesini önlemek amacıyla birçok kuruluşun toplandığı kahvehanelerin kapatılması için karar almıştır. Sultan II. Mahmud’tan sonra saray kahvehaneler aleyhinde hiçbir şey yapmadı, ama kahvehanelere ispiyonlarını göndererek halkın nabzını tutmayı da ihmal etmedi. Kahve içilen ilk mekân Venedik’te 1645′de, Londra’da 1652′de, Marsilya’da 1659′da, Den Haag ve Ams-terdam’da 1663′te, Paris’te 1673′te, Hamburg’da 1679′da, Viyana’da 1683′te, Berlin’de 1721′âe açılmıştır.

Avrupa’da kahveyle ilgili yazılmış birçok kitapta kahve için İslamm şarabı denmektedir. Osmanlıda ise haram, mekruh olduğu, yasaklanması gerektiğiy-le ilgili birçok tartışmalara neden oldu. Osmanlılar kahveyi Hanefi mezhebi öğretisi doğrultusunda değerlendirmişlerdir. Kahvenin yasaklanmaya çalışılmasının nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

• Hanefilik mezhebinde cansız bir madde Müslümanlığın yeme içme alışkanlıkları arasında yer alamaz öğretisi.

• Tarikatların zikir ayinlerinde kahve fincanının elden ele dolaşması.

• Kahvenin de uyuşturucu olarak kabul edilmesi, esrar ve benzeri uyuşturucularla arasında benzerlik kurulması.

• Kahvenin kömürleşinceye kadar kavrulması. Katip Çelebi de kahve tüketimini, hatta üretimini yasaklayan Hanefi öğretisine yer vermiş, ancak kesin bir Şeyhülislam fetvasından söz etmemiştir.

16. yüzyılın ortalarında İstanbul’da kahve, sadece saray mensupları ve başta Halveti tarikatı olmak üzere, tarikat mensupları tarafından içiliyordu. Bektaşîlerin kahveye ne kadar önem verdikleri kahve pîrîne yedinci postu vermelerinden anlaşılmaktadır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Şeyhülislam Ebusuud efendinin kahveyle ilgili fetvası şöyledir: “Allah’tan ve günaha girmekten korkanlar kahveyi sefihler veya sarhoşlar gibi içmez, sağlık ve esenlikleri için içerler. Kahveyi bu amaçla içenler için bir engel yoktur.”

Fransa’da kahve, şarap üreticisi köylülerin direnciyle karşılaştı. Fransız hekimlerine göre kahve zehirdi, eczanelerde satılmalıydı. Fransız sarayında 1669′da Osmanlı Büyükelçisi Süleyman Ağa’run Paris’e gelmesiyle kahve içilmeye başlandı.

1674 yılında Petrus Della Valle Türklerin kahve kültürünü, kahve içme, hazırlama sanatını anlatan uzun bir yazı kaleme almıştır. Bu yazısında Türklerin kahve içme kültürünü şöyle dile getirmektedir: “Türklerin siyah olan farklı bir içecekleri var. Bu içecek yazın serinletmekte, kışın ise ısıtmaktadır. Bu içecek genellikle yemeklerden sonra sohbet ederken içilmekte-dir.”

Viyana’da kahve içilmeye Osmanlı ordusunun 1683′te Viyana kuşatmasında yenik düşerek geri çekilmesinden sonra başlandı. Ordu geri çekilirken çuvallar dolusu kahve, dibekler ve cezveler bıraktı. Bırakılan dibekler ve diğer malzemeler Avusturya ve Alman müzelerinde sergilenmektedir.

17. yüzyılda hekimlerin yardımıyla ingiltere kahve tiryakileri ülkesi oldu. İngiltere’de çok içki içilmesi problemlere neden oluyordu. Hekimler içki tüketimini azaltmak için kahvenin lehine büyük bir propaganda yaptılar. Kısa sürede Londra kahvehanelerle süslendi.

Londralı kadınlar, 1674 yılında ‘Venüs’ün Hürriyetinin Koruyucuları’ imzasıyla Women’s Petition Against Coffee (Kadınların Kahve Karşıtı Toplu Talebi) adı altında yayınladıkları meşhur yazıda fazla içilen kahvenin cinsel arzuyu zayıflattığını ileri sürdüler.

1675 yılının aralık ayında İngiltere’de o güne kadar görülmemiş bir olay daha yaşandı. İngiltere Kralı II. Charles kahveyi huzursuzluğa neden göstererek kahvehanelerin kapatılmasına karar verdi. Kişisel özgürlüğü sınırladığı gerekçesiyle halk büyük bir direniş gösterince, kral birkaç hafta içinde kararını geri almak zorunda kaldı.

İsviçre’nin Basel şehrinde yayınlanan bir bildiride, insanı güçsüz bırakan kahvenin kötülüklerinden halkı korumak için kahveye dur deme kararı verildiği açıklanmaktadır. Bildiri özet olarak şöyle: “Tüm vatandaşlarımıza (seyahat eden yabancılara hizmet verenler dışında) sütle veya sade olarak kahve içmek yasaklanmıştır. Yasağa ilk kez karşı gelenlerden 5 fund, ikinci kez karşı gelenlerden iki misli ceza alınacaktır.” O zaman için bu oldukça yüksek bir cezadır. İsveç’te kahve ve çay içmek 1756 yılında yasaklandı. Ancak bu yasak halk tarafından çeşitli şekillerde delindi.

Yasak kaldırılınca kahve ve çayın zararları tekrar tartışılmaya başlandı. Bunun üzerine kral, kahve ve çayın tehlikesini ispat edebilmek için, ölüm cezası verilmiş olan ikiz erkek kardeşleri kahve ve çay içmekle cezalandırdı. İkizlerden biri her gün bir çaydanlık çay diğeri ise bir çaydanlık kahve içmek zorunda bırakıldı! Günler, aylar, yıllar geçti. Önce mahkûmları kontrol ermekle görevli profesörlerden biri, sonra ikincisi öldü. Kral öldürüldü. İkizler çay ve kahve içmeyi sürdürdüler. İkisi de çay ve kahvenin zehir olduğunu ispat edemeden çok ileri yaşlarda öldüler.

Günümüzde hala kahve ve çayın zarar ve yararları, bilim insanları arasında tartışmalara neden olmaktadır. Çay ve kahve, üzerinde en kapsamlı araştırma yapılan ve yapılmaya devam edilen bitkilerdendir. Kahvenin içilmesi dini yönden tartışmalara neden oluncaya kadar çok sorun edilmiyordu. 16. yüzyılın başında Mekke’ye tayin edilen fanatik ve bağnaz bir vali kahve içmeyi ölümle cezalandırmak istedi. 1511 yılında Mısır Sultanı Mekke’ye Khair bey adında bir vali tayin etti. Khair bey Kur’an’da hiçbir eski adete yer olmadığını düşünüyordu.

Bilim insanlarından, müftülerden, yüksek rütbeli subaylardan, filozoflardan ve hukukçulardan oluşan bir divan topladı. Divandakiler arasında iki gün süren tartışmadan sonra kahvenin yasak olmadığına, ancak mekruh (arzu edilmeyen, hoş görülmeyen) olduğuna karar verildi. Vali gece evinin damından Mekke’yi seyrederken her tarafın karanlık olduğunu ancak kahvehanelerin ışıklarının yandığını gördü. Bunun üzerine askerlerini oraya gönderip kahvehaneleri dağıtmalarını emretti. Karşı koyanlar bağlanıp hapishaneye atıldı. O gece üç kahve yakıldı ve iki kişi öldü. Ertesi gün kahve içmek yasaklandı. Kim yasağa karşı gelirse bağlanarak eşeğe ters oturtuldu ve şehirde kırbaçlanarak dolaştırıldı.

Khair bey Sultan’a aldığı kararı onaylaması için Mekke’de olanlarla ilgili bilgi gönderdi. Sultan zor durumda kaldı çünkü kendisi ve tüm saray mensubu kahve tiryakisiydi. Kur’an’ı en iyi bilen âlimler bile Kur’an’da kahvenin yasaklanmasını gerektirecek bir neden bulamadılar. Sultan ayaklanmaya kahvenin yasaklanmasının neden olduğuna karar verdi ve yasak kaldırıldı. Kahvehaneler, kahve tiryakileri için vazgeçilmez bir buluşma ve yarenlik yeriydi. 1521 yılında Kahire’de kahvehaneye gidenlerle bağnazlar arasında sopalı bıçaklı kavga çıkmıştır.

Kahve sadece içecek olarak rüketilmemiştir. Özellikle ülkemizde kahve falı önemli eğlencelerdendir. Kahve içildikten sonra telvesine bakılarak söylenenler kimileri için gelecekten haber veren çok ciddi bir kaynak, kimileri için eğlence ve hoş vakit geçirme vasıtasıdır.
10:27 | 0 yorum

Kakao, Kakaonun Faydaları Yararları

KAKAO

Tıbbi Nitelikleri: Günümüzde kakao canlandırıcı, güçlendirici, sancı dindirici ve cinsel arzuyu artırıcı olarak değerlendirilmektedir.

Çikolatanın içinde kafein, feniletilamin, serotonin ve teobromin gibi güçlendirici maddeler bulunmaktadır. Teobromin alkaloiti 1842 yılında, VVoskresenski tarafından kimyasal olarak ayrıştırılmıştır. Bu madde merkezi sinir sistemini uyarır ve kasların çalışmasını olumlu olarak etkiler. Aynı zamanda sinirlerin reaksiyon süresini kısaltır. Güçlü bir idrar söktürücüdür.

Kakaoda ve çikolatada bulunan teobromin, kafeinle birlikte stres azaltıcı rol oynamaktadır. Depresyon durumunda serotonin oranı azalmaktadır. Kakaoda doğal olarak serotonin vardır. Çikolatadaki kafein ve şeker de vücuttaki serotonin salgısının artmasını sağlar. Serotonin beyin aktivitesini artırarak depresyonu önler ve mutluluk duygusu verir. Teobromin ve teofilin kombinasyonu da bu etkiyi artırır. Vücut genellikle, tadı ve aroması güzel yiyecekler yendiğinde kendi morfinini salgılar. Bu da sancıların azalmasına ve rahatlamaya neden olur. Kafein endorfin salgılanmasını olumlu etkilediğinden bu etkiyi artırır.

Çikolatada bulunan polihidroksifenol mikropların, özellikle ağızdaki streptococus mutansm çoğalmasını önlemektedir. Çikolatadaki flor dişleri kariese karşı korur. Fosfat ise asitler dönüşüme uğrarken şeker üretmelerini önler. Ancak diş sağlığı için çikolatadaki şeker miktarı da önemlidir.

Çikolata yalnız başına migrene neden olmaz, ancak alkol ve peynirle birlikte yendiğinde, stres veya menstrüasyon döneminde migrene neden olmaktadır. Kakao kalp ve damar hastalıklarına karşı güçlü bir koruyucudur.

Kullanıldığı Yerler: Kakao yağı eczacılıkta fitil üretiminde kullanılmaktadır.

Botanik Özellikleri: Kakao tarımı geniş çapta Doğu Brezilya, Orta Amerika ve. Batı Afrika’da yapılmaktadır. Kakao ağacının boyu 4-12 metre arasında değişir. 50-100 yıl arasında yaşar. Gelişmiş bir kakao ağacının gövdesinin çapı yaklaşık 30 cm’dir. Ağaç kabuğu tarçın rengidir, gümüşi bir parlaklığı vardır.

Kakao ağacı nemi, sıcağı ve gölgeyi sever. Bu nedenle çabuk büyüyen, bol gölge veren ağaçların gölgesine dikilir. Kakao basit yapraklı bir ağaçtır. Gövdenin ve dalların üzerinde, kırmızı veya pembe renkli 6000′e yakın çiçek açar, ancak bunlardan çok azı olgunlaşır. Kakao ağacı genellikle 60 meyve verir. Yumurta biçimli meyvenin büyüklüğü türüne göre 10-30 cm arasında değişir. Meyvenin içinde beyaz, pelte gibi bir maddenin içinde 20-50 tohum vardır. Kakao senede 2 kere, haziran ve ekim aylarında meyve verir.

Kakao ağacı üç türdür: Criollo türü kırmızı veya sarı meyveleri ince, uzundur. Kabukları gevrek ve pütürlüdür. Beyaz tombul çekirdekleri hoş kokuludur. Bu tür, hastalıklara karşı çok duyarlı olduğundan tarımı pek az yapılır. Dünya kakao üretiminin %10′unu oluşturur. Guatemala, Kolombiya, Meksika, Nikaragua ve Madagaskar’da tarımı yapılır. Forastero türünün Brezilya, Batı Afrika ve Ekvator’da tarımı yapılır. Yumurta biçimli meyvesinin kabuğu kalın ve odunumsudur. Başlangıçta yeşil olan meyveler olgunlaşmca sararır. Dünya kakao üretiminin %70′ini oluşturur.

Trinitario türü criollo ve forastero gubunun melezidir. Dünya kakao üretiminin %20′sini oluşturur.

Nelerinden Yararlanılır: Tohumundan, kakao macunundan, yağından yararlanılır.

Toplanması ve Saklanması: Meyveler olgunlaştıktan sonra tek tek elle toplanır. Meyve kabukları kırılarak tohumlar çıkarılır ve soyulur. Kabuğu soyulan tohumlar, aromasmın oluşması ve acılığının kaybolması için mayalanmaya bırakılır. Mayalanma süresi kakaonun türüne göre 3-6 gün arasındadır. Sonra serilerek güneşte kurutulur, temizlenir ve çuvallara doldurularak depolanır. Günümüzde kakao tohumlarına 120°C sıcak hava tutularak, 10-12 saat arasında kuruması sağlanmaktadır.

Çikolata yapımı için tohumlar kırılır ve birçok kakao türü birbirine karıştırılır. Bu karışım çikolatalar arasındaki farklılığı sağlar. Acı çikolatadaki kakao oranı %60-70 arasında değişir.

Çikolata yabancı kokulara ve ısı değişikliklerine karşı çok duyarlıdır. Bu nedenle kuru, havadar yerlerde, 18-20°C arasında saklanmalıdır. Hava geçirmeyen teneke kutularda da saklanabilir. Eğer çikolata doğru saklanmazsa, üzerinde beyaz bir
tabaka oluşur. Bu tabaka ısı farklılığı nedeniyle, çikolatanın içindeki yağın dışarı çıkarak bir tabaka oluşturması sonucu oluşur, çikolatanın kalitesini veya tadını etkilemez. Çikolata alüminyum bir kâğıda sarılmadan buzdolabına konursa, üzerinde şeker kristallerinden bir tabaka oluşur.

Kokusu ve Tadı: Tohumların içinde saklı olduğu meyvenin etli bölümü ekşidir. Tohumların aromalı kokusu vardır, tadı acıdır.

Yan Etkileri Zararları: Kakao ürünleri fazla tüketilmediği sürece herhangi bir yan etkisi yoktur. Çikolata astım ve saman nezlesi olanlarda ender olarak alerjiye neden olmaktadır.

Kaliteli bir çikolata kolay sindirilir, sindirimin hızlanmasını sağlar. Ancak çok yemek yedikten sonra yenirse sindirimi zorlaşır.

Çikolatanın karaciğere zarar verdiği kesinlikle doğru değildir.

Şeker hastaları için özel çikolata üretilmektedir. Çikolatanın içindeki yağ oranı %27′dir. Çikolatadaki yağ kakao yağıdır. Kakao yağında yüksek oranda doymuş yağ asitleri bulunur. Bu yağ asitlerinin büyük kısmını stearin asit oluşturur. Stearin asidin büyük bir bölümü vücutta kısa sürede doymamış yağ asidine dönüşür. Bu nedenle çikolata kolesterolü düşürür.

Not: Kakaodaki teobromin alkaloiti hayvanlarda zehir etkisi yapıp, kalbin durmasına neden olmaktadır. 100 g sütlü çikolatada yaklaşık 200 mg teobromin bulunur. Bir kahp çikolata ufak bir köpeği öldürmeye yeterlidir.

Kullanma Biçimleri: İçten uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri:

Kakao Macunu: Yağ, kakao tozu veya çikolata imalatında kullanılır. Kavrulmuş veya kavrulmamış kakao tohumları ezilerek elde edilir. Kakao çekirdekleri yıkanırr, ayıklanır ve aromasını güçlendirmek için kavrulur. Süratle soğuması sağlanır ve çekirdekler soyulur. Sonra 50-70°C’de çelik silindirlerin arasından geçirilerek öğütülür.

Kakao Yağı: Kabuğu soyulmuş kakao tohumu veya kakao macunu preslenerek elde edilir. Kakao tohumunun yağ oranı %50-55 arasındadır. Kakao yağı parfüm ve kozmetik imalatında kullanılır.

Kakao Tozu: Yağ elde etmek için kakao macunu preste sıkıldıktan sonra, arta kalan küspenin öğütülüp elenmesiyle elde edilir.

İçindeki Bazı Maddeler: Kakao tohumunda proteinler, karbonhidratlar, yağlar, su, kafein ve teobromin vardır.

Çikolatanın içindeki maddeler kullanılan kakao tohumunun türü, hazırlanma biçimi, içine karıştırılan maddelerin oranına göre değişir.

Siyah çikolatada aminoasitler, (lösin, lizin, metiyonin, izolösin, fenilalanin, treonin, triptofan, valin, histidin, tirozin, arginin, alanin, glisin, prolin, serin, asparagin, glutamin) karbonhidratlar, yağlar, tanen, su, mineraller (bakır, çinko, demir, flor, fosfor, iyot, kalsiyum, klor, magnezyum, potasyum, sodyum), oksalik asit, vitaminler (A, Bı, B2, B5, B6, C, D, E, PP, beta-karoten, folik asit), kafein, teobromin, feniletilamin, serotonin, teofilin.

100 g siyah (acı) çikolatada 400 miligam potasyum, 300 miligam magnezyum bulunmaktadır. İçindeki B gubu ve E vitamini oranı da çok yüksektir.

Kakaoyu 1400 yıl önce Meksika’daki Yucatan yarım adasında yaşayan Mayalar bulmuştur. Kızılderililer 6. yüzyıldan itibaren kakao tarımı yapmaya başlamış, kakaoyu yorgunluk, ishal, sistit gibi birçok hastalık için kullanmıştır. Kakao yağını yaralar için krem yapımında, yanık ve hemoroid tedavisinde kullanmışlardır.

Aztekler mısır unu ve baharatlarla karıştırdıkları kakaoyu koyu bir bulamaç durumuna getirip kalıplara dökerek kurutuyorlardı. Bu karışımı yapraklara sararak uzun yolda direnç verici katık olarak yanlarına alıyorlardı. Aztekler çikolatadan afrodizyak olarak da yararlanıyordu. Meksika’da yapılan çikolatanın içinde karanfil, biber, vanilya, anason, tarçın gibi birçok baharat vardı. Çikolatanın afrodizyak gücünün bu baharatlardan kaynaklandığı düşünülüyordu. 18. yüzyılda çikolata Avrupa’da da afrodizyak olarak kullanılmıştır. Kakaonun afrodizyak olduğu günümüzde de kabul edilmektedir. Bugün yapılan çikolatanın içinde kakao, şeker ve çok az vanilya bulunmaktadır.

Hollandalı Coenraad van Houten 1828′de saf kakao tozu imal etmeyi başardı. 1847′de kakao tozunu şeker ve kakao yağında eriterek ilk tablet çikolatayı üretti. 1826 yılında Henri Nestle İsviçre’de süt tozu imal etme yöntemini buldu. Bu tarihten yaklaşık 50 yıl sonra ilk sütlü çikolata imal edildi. Rudolf Lindt 1979 yılında konçlama denilen yöntemi buldu. Bu yöntemde sıcak çikolata eriyiği, içindeki ekşi ve acı aroma üste çıkıp uçuncaya kadar özel bir teknikle çalkalanır, karıştırılır ve dövülür. İyi markalar bu yöntemi çikolata eriyiğine 72 saat uygulamaktadır.

Çikolata Avrupa’da birçok hastalığın tedavisinde uygulanmıştır. Kakao 17. yüzyılın başında ilaç olarak eczanelerde satılmaktaydı.

1636 yılında Pinello adında bir hekim içine hiçbir şey karıştırılmadan yenen kakaonun ağrıları, özellikle göğüs ağrılarını dindirdiğini yazmıştır. 1743 yılında Geoffroy, katıksız kakaonun kam koyulaştırdığnıı, bu nedenle içine aroma maddesi karıştırılarak içilmesi gerektiğini açıklamıştır.

Dalağın fonksiyonunu düzenli yapabilmesi için kakaodan yararlanılmıştır. Akciğer hastalıklarında (ateş, akciğer iltihaplanması, kan tükürme, şiddetli öksürük) kakao yağının az sütte pişirilerek içilmesi, nezle ve zatülcenpde ise vanilyalı çikolata yenmesi önerilmiştir. Ayrıca solunum yolları hastalıklarında alkolde kaynatılan çikolatadan da yararlanılmıştır. Her türlü ateşli hastalıkta ateşi düşürebilmek için hastalara çikolata içirilmiştir. İshal ve gaz şişkinliklerinden şikâyetçi olanlara çikolata içmeleri önerilmiştir.

Çikolatanın kısırlığı tedavi ettiği sanılıyordu. Bazı hekimler hangi yaşta olursa olsun kadınların çikolata sayesinde çocuk sahibi olabileceğini ileri sürüyordu. Çikolatanın bazı sinirsel hastalıkların tedavisine yardımcı olduğu da düşünülüyordu. Aztek mitolojisine göre kakao ağacı cennetin en güzel süsüdür.

Çikolata Azteklerin milli içeceği idi. Kakao tohumları delikli tavalarda kavrulur, tohumlar soyulup ısıtılmış taşların arasında ezilirdi. Elde edilen kakao macununa biber, tarçın ve birçok aroma maddesi karıştırıldıktan sonra sıcak su eklenerek, kakao yağı suyun üzerine çıkıncaya kadar bir tahta kaşıkla karıştırılırdı. Bu yöntemle elde edilen içeceğe Xocolatl, çokolatl deniyordu.

Kakao tohumlarının kuruduktan sonra uzun süre bozulmadan kalması, onun takas maddesi olmasını sağlamıştır. Örneğin bir kabak 4, bir tavşan 10 kakao tohumu idi. Kakao tohumları vergi ödemede ve alışverişte para olarak da kullanılıyordu. Ödemede kolaylık sağlamak amacıyla, kakao tohumuyla ödeme bir sisteme bağlandı. 1 zontli 400, 1 canasta 1600, 1 xiquipilli 8000, 1 carga 24000, 1 tribu 64000, 1 tercio 72000 kakao tohumuydu.

Bahama adalarından kabile reisi Moctezuma’nm Kristof Kolomb’a verdiği hediyeler arasında kakao tohumları da vardı. Avrupalılar kakao tohumuyla ilk kez böyle karşılaşmıştır. İspanyollar 1521 yılında Meksika’yı işgal ettikten sonra, yerli halkın kakao tohumlarından yaptığı içeceğe, ağız tadlarına uygun olmadığı için pek değer vermemiştir. İspanyolların şarabı bitince, kakaoyu sarısabır suyuyla karıştırarak içmeye başladılar. Şeker kamışının bulunmasından sonra kakao’nun acılığını gidermek için içine şeker karıştırıldı. Bundan sonra çikolata süratle yayılmaya başladı ve aranan bir içecek oldu. 1580 yılında İspanya’da dolayısıyla ilk çikolata fabrikası kuruldu. Çikolatanın fındık, anason, karanfil, Meksika biberi tohumu, tarçın, şeker, kakao, misk, amber ve portakal çiçeği suyundan oluşan reçetesi çok gizli tutuluyordu.

Kaliteli çikolatanın çok pahalıya mal olması nedeniyle yeteri kadar satış yapamayan fabrikalar, çikolatayı imal ederken birçok yabancı madde karıştırarak, maliyeti düşürmeye başladı. Kaliteli çikolata imalatı için gerekli olan kakao oranı yerine nişasta, patates nişastası, öğütülmüş tatlı badem, pirinç unu, öğütülmüş mercimek, kuru bezelye, yumurta sarısı ve hayvani yağlar karıştırıldı. Ancak bu, çikolatanın tadını olumsuz olarak etkilediği gibi, sindirim organlarında da birçok rahatsızlıklara neden oldu. 1813 yılında sahte çikolatanın yaygınlaşması ve buna bağlı olarak da sorunların artması sonucu halk ucuz çikolataya karşı uyarılmaya başlandı.

19 Aralık 1910′da çıkarılan bir kararname çikolata imalatını düzenlendi. Avrupa birliğinde çikolatanın reçetesinin nasıl olacağı tam olarak açıklanmıştır.
10:20 | 4 yorum

Sauna, Saunanın Faydaları Yararları Zararları

Saunadaki kuru sıcak hava bağışıklık sistemini güçlendirir. Saunada insanın iç ısısı kısa süre yapay olarak 1°-3°C yükselir, bu da birçok mikrobun ölümüne neden olur. Sauna rahatlatıcıdır, doğru olarak uygulandığında herhangi bir yan etkisi de yoktur.

Sauna sözcüğü, bugün konuşulan Laponca’dan önceki eski Laponca’da, kar yığıntısına açılmış delik anlamına gelen savne sözcüğünden türemiştir. Laponca suozvnje sözcüğü ise, kar veya yer altındaki çukur anlamına gelir.

Asya ve Avrupa’nın kuzeyinde yaşayan insanların, soğuğa karşı dirençlerini artırmak için yer altındaki kovuklara veya çadırlara kızgın taş koyarak terleme yöntemini kullanmaya ne zaman başladıkları bilinememektedir. Finlandiyalıların sauna dedikleri bu banyo çeşidi, günümüzde tüm dünyada aynı adla tanınmaktadır. Asya’nın kuzeyinde yaşayan toplulukların bu banyo yöntemini, Avrupa’ya ve Bering boğazından geçerek Amerika’ya taşıdıkları bilinmektedir.

Avrupa’da saunayla ilgili ilk yazılı bilgi 15. yüzyıldandır. Bu yazılı belgelerden eskiden saunada et tütsülendiği, malt ve keten kurutulduğu, insanlara tedavi edici kompresler yapıldığı, ayrıca sıcakta kan daha iyi aktığı için hekimlerin ve berberlerin hacamat yaptığı anlaşılmaktadır. Finlandiya’da sauna doğum odası olarak da kullanılmıştır. Doğum anne ve bebeğin dayanacağı sıcaklıkta yaptırılmaktaydı. Önceden 100° C’ye ısıtılmış olan saunadaki havanın dezenfekte olması nedeniyle anne albastıdan korunmaktaydı.

Herodot, İskitlerin ateşte kızdırılmış taşlan yuvarlayarak küçük çadırları ısıttıktan sonra, içine girerek terlediklerim yazmıştır. Bu yöntem Yunanlıların hamam kültürünün temelini oluşturmuştur. Hamam kültürünü Yunanlılardan alan Romalılar, banyo yapmayı kalabalık toplumların eğlencesi durumuna getirmiştir. Avrupa’da toplu olarak banyo yapma ve temizlik kültürü 14. yüzyıla kadar sürmüştür. Ancak insanların bir arada banyo yapması kiliseyi rahatsız etmiş, banyo yapanların cezalandırılması bile gündeme gelmiştir.

Bunun sonucu olarak pis kokulardan ve çok kötü görünümlü saçlardan kurtulmak için parfüm ve peruk sanayii gelişmiştir. 19. yüzyıla kadar saunaya girmek rezillik olarak kabul edilmiştir. Saunanın diğer hamamlardan farkı kuru ve sıcak havadır. Günümüzden 2000 yıl önce Asya’nın kuzeyinden gelerek bugünkü Finlandiya’ya yerleşen Finliler, Moğolların buluşu olan sıcak taşla terleme ve hamamı yöntemini beraberlerinde getirmiştir. Sonra bu taş hamamdan saunayı geliştirmişlerdir. Sıcak taş terleme hamamında bir kulübe veya ufak bir mağara, ateşte kızdırılan taşla doldurulur ve üzerine su dökülürdü.

Meydana gelen nemli sıcak hamamda terlenirdi. Taş devrine kadar uzanan bu en eski tip sıcak banyo yapma yönteminin saunadan farkı, içerideki havanın kuru olmamasıdır. Bu hamam tipi Moğollar tarafından geliştirilmiş ve Bering boğazı üzerinden Kuzey Amerika’ya götürülmüştür. Roma hamamında banyo, tabanından ve içi boş duvarlardan sıcak havayla kuru olarak ısıtılır. Roma hamamında sıcak ve soğuk su bulunmaktadır. Hamam sözcüğü Arapça kızdırmak anlamına gelmektedir. Türk veya Arap hamamı kaim duvarlıdır, birçok odadan oluşur. İçerisinin sıcaklığı 40-50°C arasındadır. Tavana doğru yükselen nemli sıcak hava, ısıtılan su kazanından yükselir. Hamamda sıcak ve soğuk su bulunur.

Rus hamamı banja ağaçtan bir kulübedir, yapı bakımından saunaya benzer. Bir taş sobayla en çok 50°C-ye kadar ısıtılır. Sobanın üzerine sürekli su dökülerek hamamda su buharından kaim bir sis bulutunun oluşması sağlanır. Rus hamamı saunaya göre daha soğuk ve daha nemlidir.

Günümüzde saunada da gelişen teknikten yararlanılmaktadır, ancak yöntemde hiçbir değişiklik yapılmamıştır.

Sauna üç bölümden oluşur: soyunma odası, duşların ve soğuk su havuzunun bulunduğu oda ve terleme odası. Eğer sauna küçük bir göletin yanında değilse, duşların bulunduğu odaya bir soğuk su havuzu yapılır. Sürekli olarak suyu değişen bu havuzun derinliği 1 metredir. Duşlardan sıcak ve soğuk su akar. Saunanın geleneksel olarak dünyanın her yerinde, de, örneğin sindirim organlarında, bağlı olmaması gereklidir.

Dikkat: İki banyo arasında kesinlikle herhangi bir şey yenmez. Dolu mideyle saunaya girilmez, saunadan sonra da mide doldurulmaz. Saunadan sonra az ölçüde, hafif yiyecekler yenmelidir.

Terleme süresinde nabız %50′den daha çok yükselmez. Halbuki ağır bir iş yapan bir insan, 5-6 misli daha çok yük altında olduğundan nabız daha yüksektir. Sık saunaya giren insanın vücudu alıştığı için nabız daha da yavaş atar.

Üç kere arka arkaya saunaya giren bir insan 0,5-1 litre arasında su kaybeder. Terin %99′u su, geri kalan %1′i yemek tuzu, potasyum ve üreden oluşur. Sauna banyoları arasında su içilmemesi önerilmektedir. Ancak saunadan sonra içilen bol su, vücuttan toksinlerin böbrek üzerinden atılmasını hızlandırır. Çok susuzluk hissedildiğinde iki sauna banyosu arasında bir iki yudum ılık su içilebilir. Saunadan sonra su veya maden suyundan başka bir içecek içilmemelidir.

Suyun oda sıcaklığında olmasına dikkat edilmelidir. Soğuk içecekler iç organlar üzerinde olumsuz etki yapar. Saunadan sonra içilen alkollü içecekler saunanın sağladığı tüm yararı kısa sürede ortadan kaldırır. Saunadan sonra su içilmesi böbreklerin çalışabilmesi için gereklidir. Eğer saunadan sonra fazla su içilmezse, böbrek kum ve taşı da oluşabilir. Saunada ve saunadan sonra sadece ter ve böbrekler üzerinden toksinler atılmaz. Sıcak soğuk farkı nedeniyle tembel bağırsaklar da uyarılır ve çalışmaya başlar, ancak bu uyarının tam işleyebilmesi için de bol su içilmesi gereklidir.

Sauna solunum sayısı üzerinde herhangi bir olumsuz etki yapmaz. Dinlenme halindeki bir insan, dakikada 16 kere solunum yapar. Ender olarak saunada çok az insanda bu sayı, bazen 17 veya 18′e çıkabilir. Saunada çok az oksijen olmasına rağmen solunumun sayısının ve derinliğinin değişmemesinin nedeni, kasların gevşemesi ve dinlenmeye geçmesi yüzünden, vücudun daha az oksijene ihtiyaç duymasıdır. Ayrıca, sauna göğüs kaslarını yumuşatır ve bağ dokusunun elastikiyetini de artırır.

Bu nedenle göğüsün hacmi de genişlemiş olur. Saunada sigara içmek veya iki sauna banyosu arasında sigara içmek çok zararlıdır. Saunadan 1 saat önce ve saunadan 1 saat sonrasına kadar sigara içilmemelidir. Bu süreleri uzatabilenler, saunadan daha çok yararlanmış olur. Araştırmalar, düzenli ve doğru olarak saunaya giren insanların, girmeyenlerden daha az hasta olduklarını göstermiştir.

• Saunaya girmeye yeni başlayanlarda, güçlü bir terlemeden sonra şiddetli ancak kısa süren nezle veya geçici baş ağrısı görülebilir. Bazı insanlar bu durum karşısında genellikle kendilerine saunanın iyi gelmediğine karar verir. Aslında bu durum çok az insanda görülür ve psikolojiktir. Bu nedenle saunaya girmekten vazgeçmek yanlış olur. Saunaya birkaç kere girildikten sonra durum tamamen değişir. İnsan saunanın getirdiği yararları hissetmeye başlar.

• Özellikle ev saunalarında aydınlatmada kullanılan renklerle saunanın etkisi artırılmaktadır. Saunada kırmızı aydınlatma cilt ve bezeler üzerinde uyarıcı rol oynar, mavi sakinleştirici ve yüksek tansiyonu düşürücüdür, sarı sindirim organları üzerinde olumlu etki yapar, sinir sistemini uyarıcıdır, yeşil ise uyku bozukluklarında sakinleştiririci rol oynar.

• Birçok insan saunanın zayıflattığını sanmaktadır veya uzun süre sık sık saunaya girerek fazla kilolarının ve yağlarının bir bölümünden kurtulacağını ümit etmektedir. Sauna kesinlikle zayıflatmaz. Saunaya girerken tartılan bir kimse, çıktıktan sonra tartıldı-ğında kilosunun azaldığını görebilir, ancak aradaki fark terleyerek kaybedilen sudur. Saunadan sonra i-çilen su kilonun tekrar aynı duruma gelmesini sağlar. Sauna kilo kaybından sonra ortaya çıkan deri sarkmalarını, kırışıkları derideki kanlanmayı artırarak önler, bağ dokusunun ve derinin elastikiyetini artırarak derinin gerginleşmesine yardımcı olur.

• Sauna vücuttaki kan dolaşımını dengeler. Kasları gevşetir, sinir sisteminin rahatlamasını sağlar. Saunada insanlar günün, haftanın stresinden kurtulur.

• Birçok sporcu saunanın kaslar üzerindeki olumlu etkisini bilmektedir. Zorlu bir antrenmandan sonra veya uzun süre antrenman yapılmayıp spora yeniden başlandığında, spordan sonra saunaya girmek rahatlatıcıdır. Spor yapıldığı sürede, kaslarda yüksek oranda süt asidi ve enerji kullanımı nedeniyle birçok toksik madde toplanır. Bu da kas tutukluğuna neden olur. Kaslarda toplanan bu maddelerin kan tarafında taşınarak kısa sürede vücuttan atılması gerekir. Saunadaki sıcak, bu maddelerin kısa sürede taşınmasını sağlayarak kas tutukluğunu önler. Kas krampları, kas tutukluğundan daha rahatsız edici ve ıstırap vericidir. Bu durum genellikle kaslar yeteri kadar ısınmadan yapılan ağır sporun veya çalışmanın sonucu ortaya çıkar. Sauna bu durumlarda da yardımcı olmaktadır. ,

Dikkat: Bacak kaslarına sık sık kramp girenler bir doktora başvurmalıdır. Bunun nedeni vücuttaki mineral eksikliği olabilir.

• Cilt hastalıklarının birçok nedeni vardır. Ancak genellikle vücuttaki diğer organlardaki fonksiyon bozuklukları nedeniyle ortaya çıkarlar.

Akne genellikle kronik olarak ortaya çıkan bir hastalıktır. Yağ bezlerinin aşırı yağ salgılamaları yüzünden derideki gözenekler tıkanır. Bu nedenle de iltihaplı sivilceler oluşur. Bazen deri altında düğümler oluşturduktan sonra patlayarak, hoş olmayan yara izleri bırakırlar.

Aknesi olanların herkese açık sauna yerine, evdeki saunaya veya bir klinikteki saunaya girmek yerinde olur. Doktor kontrolü altında girilen saunadan sonra bir uzmanın akneleri patlamadan temizlemesi en doğrusudur.

Alerji nedenli ekzemalar ve kurdeşen de yine bir klinikteki saunada doktor kontrolünde tedavi edilebilir. Sedef hastalığının birçok nedeni vardır. Ağır bir enfeksiyon, grip, verem veya iklim değişikliği hastalığı başlatabilir. Ancak en büyük sorun aşırı alkol, şişmanlık ve strestir. Bunun yanı sıra sıtma, yüksek tansiyon ve alman çeşitli ilaçlar da hastalığın önemli nedenleri arasındadır.

Doktor tedavisi yanı sıra kontrollü sauna tedavisi de tedaviye yardımcıdır.

• Saunaya ilk girenler, sıcak havanın solunum yollarım tıkadığı duygusuna kapılırlar. Solunum yolları saunadaki sıcak hava yüzünden kesinlikle kurumaz ve tahriş olmaz. Solunum yollan hastalıklarında sauna hekimler tarafından özellikle önerilmektedir. Sıcakta vücut daha fazla sümüksü madde salgılamaktadır. Bu sümüksü madde kurumayı önlediği gibi, birçok mikrobun ölmesini sağlayarak bağışıklık sistemini güçlendirir.

• Astım genellikle alerjik bir hastalıktır. Kalıtım nedenli olan astım da vardır. Çoğunlukla çocuk yaşta başlar ve büyüdükçe ilerler. Astım hastaları saunadaki kuru havaya çok iyi dayanır ve düzenli sauna banyoları sonunda nöbetlerden kurtulurlar. Saunadaki sıcak hava kanlanmayı artırır ve kasları

gevşetir. Bu durum göğüs kasları ve akciğeri çevreleyen kaslar için de geçerlidir. Bunun yanı sıra sauna sinir sistemini de olumlu olarak etkiler. Ayrıca, mukoza tabakası daha iyi kanlandığından balgam sökülür. Bu nedenle de solunum rahatlar. Böbrek üstü bezleri de saunada olumlu olarak etkilediğinden çalışması artar. Bu yüzden astımlı çocukların, tedavinin yanı sıra saunaya girmesi, tedaviyi desteklediği için hekimler tarafından önerilmektedir.

• Bronşların akut veya kronik iltihaplanması çoğunlukla ateşli bir hastalıktan sonra başlar. Sigara ve ağızdan soluma da bronşların iltihaplanmasına neden olur.

Dikkat: Akut ve şiddetli bronşiti olanlar saunaya girmemelidir. Hastalık hafifledikten sonra saunaya girilebilir.

Saunanın bronşlara etkisi astımda olduğu gibidir Düzenli sauna bronşları rahatlatır ve balgam salgısının artmasını sağlar. Ayrıca sauna hastaların stresini de azalttığı için, hastalığın tedavisinde önemli rol oynar.

• Sauna yüksek tansiyonu düşürür ve kan dolaşımını dengeler. Saunadaki sıcak, atar damarların genişlemesini sağlar. Nabzın yükselmesi, dolaşan yüksek kan oranı nedeniyle ayarlanır ve kan basma düşer. Yüksek tansiyonu olanlar saunaya kendilerini yavaş yavaş alıştırmalıdır. Soğuk su havuzuna da girmemelidirler.
Yüksek tansiyonu olanlar yavaş soğumalıdır. Serinleme odasında daha uzun süre kalmalı ve bu süre içinde yavaş yavaş dolaşmalıdırlar. Soğuk suyu bir hortumla ayaklarından başlayarak dökmeli, en son olarak sırtlarına ve başlarına dökmelidirler.

• Saunanın sinir sistemi üzerindeki olumlu etkisi, böbrek üstü hormonu salgısının artmasıyla daha da güçlenir. Saunada çok az stres hormonu salgılanır.

• Sauna uyku bozukluklarının azalmasına yardımcı olur. Sinir bozukluğu ve huzursuzluk nedenli uykusuzlarda rahat, derin bir uyku sağlar. Saunadan sonraki rahatlatıcı tatlı yorgunluk, gece uyanmadan deliksiz bir uyku uyunmasına yardımcı olur. Uyanıldığında dinlenmiş ve zinde hissedilir. Gece rahat bir uyku uyuyabilmek için, saunaya girildikten sonra ağır yemek yememeli, içki ve fazla sigara içmemelidir.

• Araştırmalar hamilelik döneminde saunaya girmenin hamile kadına hiçbir zarar vermediğini, hatta yararlı olduğunu göstermiştir. Hamilelik döneminde düzenli olarak saunaya giren kadınların, doğum sanalarmın şiddetinin daha az olduğu, doğum yolunun daha rahat olduğu, daha çok genişlediği ve doğum süresinin daha da kısaldığı gözlenmiştir. Doğum esnasında hamile kadının üzerindeki yük, düzenli saunaya giden kadında azalmaktadır. Buna saunanın kan dolaşımı üzerindeki olumlu etkisi ve kanın dengeli dağılımı neden olmaktadır. Ayrıca yapılan gözlemler saunaya düzenli giden hamile kadınlarda varis oluşmadığım göstermektedir. Sauna hamilelik süresince kadının vücudunda toplanan maddelerin kısa sürede atılmasını sağlamaktadır. Ayrıca, bazı kadınlardaki ödem sorununun kısa sürede ortadan kalkmasına veya ödemin çok azalmasına da yardımcı olmaktadır.

Not: Hamilelikte haftada bir saunaya girilmelidir.

Kimler Saunaya Girmemelidir: Akut ve ateşli hastalığı olanlar, kalp ve kan dolaşımı hastalığı iyileşmemiş olanlar, derisinde, iç organlarında ve kan damarlarında iltihap olanlar, veremi tam olarak iyileşmemiş olanlar, kronik karaciğer hastaları, damar hastası olanlar, epilepsi hastaları veya epilepsi benzeri nöbetler geçirenler, kalp kronerlerinde kanlanma bozukluğu olanlar, vücudunda açık ve iltihaplı yaraları olanlar saunaya girmemelidir.

Ayrıca büyük beyinlerinde ağır kanama bozukluğu olanlar, ağır karaciğer ve böbrek bozuklukları ve göz tansiyonu olanların saunaya girmemesi doğru olur.

Dikkat: Saunaya başlayacak olan herkesin, önce bir doktora danışması, durumunu açıkça anlatarak saunaya girmesinde bir engel olup olmadığını öğrenmesi doğru olur. Ayrıca, geçirilen herhangi bir hastalıktan sonra, saunaya girmeden önce bir doktora danışmakta yarar vardır.

Şeker hastalarının, iltihapsız varisi olanların, tedavi edilmiş yüksek tansiyonu olanların ve glokom hastalığı olanların saunaya girmesinde tıbben herhangi bir engel yoktur.

Not: Bacaklarında varis olanlar saunada bacaklarını sarkıtmamalıdırlar.

Çocuklar da saunaya girebilir. Tıbbi yönden çocukların yetişkinler kadar saunada kalmalarında herhangi bir engel yoktur. Sauna nedeniyle bağışıklık sistemleri güçlenen bebek ve çocuklar enfeksiyonlara karşı daha dirençli olur. Saunaya girmenin yaş sınırı yoktur, ancak ileri yaşlarda saunaya başlamadan önce bir doktora danışılmasında yarar vardır. Vücut saunaya yavaş yavaş alıştırmalı, ilk girişte 15 dakika kalmamalı, saunaya arka arkaya üç kere girilmemelidir. Sauna banyolarıyla, yaşlılıkta metabolizma yavaşlamasına bağlı olarak gelişen şikâyetler etkili olarak azaltılabilir. Yaşlı insanlar saunadan sonra bir vücut kremi sürmeli veya yağlanmalıdır.

Sauna İçin Yapılması Gerekenler: Eğer evdeki saunaya girilecekse, saunamn 1-2 saat önceden ısıtılmaya başlanması gereklidir. İçerideki termometre istenilen ısıya ulaşıldığını gösterse de, tavan ve duvarlar ısınmamıştır. Diğer bir deyişle sauna olgunlaşmamıştır. Olgunlaşmamış bir saunada terlemede gecikme olur veya ilk girişte hiç terlenmez.

Haftada bir gün saunaya girenler 3 sauna banyosu, haftada 2 gün saunaya girenler 2 sauna banyosu, her gün girenler 1 sauna banyosu yapmalıdır. Saunaya girmek için en uygun zaman öğleden öncedir, iş bitiminde girilen sauna ise günün yorgunluğunu ve stresini atmaya yardımcı olur.

Dikkat: Saunaya girmeden kısa süre önce ve saunadan hemen sonra spor yapılmaz. Saunadan önce spor yapılmışsa, kan dolaşımının sakinleşmesi, vücudun dengesini bulması ve soğuması için bir süre beklenmelidir.

Saunaya giderken uzun bir havlu, bir bornoz, plastik terlik, sabun almak gerekir. Plastik terlikle saunanın içine girilmez. İçerideki sıcak yüzünden terliklerdeki boyadan açığa zehirli gazlar çıkabilir. Uzun havlu saunaya girildiğinde üzerine oturmak ve yatmak için gereklidir. Böylece banktaki olası mikroplardan ve ağacın sıcağından korunmuş oluruz. Kurulanmak için yeterli sayıda havlu almak gerekir. Bornoz kurulanmak için kullanılmamalı, dinlenme süresinde giyilmelidir; vücudun nemini alarak aşırı soğumayı önler.

Saunaya girmeden önce duş alınarak tüm vücut temizlenmelidir. Duştan sonra vücut çok iyi kurulanmalıdır, çünkü vücuttaki nem serinlemeyi sağlayacağından terlemeyi engeller. Yüzdeki her türlü kozmetik çok iyi temizlenmelidir. Yüzdeki kozmetik terlemeyi zorlaştırır, derinin hava almasını önler. Saunaya mayo, peştamal ve benzeri bir örtüyle girilmez. Giyilen tekstilin aşırı derecede ısınmasından, deride kızarmalar veya haşlanmalar ortaya çıkabilir. Giyilen tekstil nedeniyle terin buharlaşamaması sıcağın bloke olmasına neden olur.

Takılar çıkarılmalıdır. Madeni olan her türlü takı aşırı derecede ısınarak yanıklara neden olabilir. Bu metal çerçeveli gözlükler için de geçerlidir. Plastik çerçeveli gözlük ise saunada camları buharla kaplandığından görmeyi zorlaştırır. Saunaya lensle girilebilir. içerideki sıcak nedeniyle lens kurumaz.

Dikkat: Saunada konuşmak vücut için zararlı ve yorucudur.

Not: Eğer saunada terlenemiyor veya terleme çok geç başlıyorsa, saunaya girmeden önce ayaklara sıcak su banyosu yapmalı ve vücut kuru olarak, orta derecede sert olan. doğal kıllı bir fırçayla fırçalanmalıdır.

Saunada sürekli yatılmamalıdır. Kan dolaşımının herhangi bir sorunla karşılaşmaması için son birkaç dakika oturularak geçirilmelidir. Arzu eden son dakikayı en alt bankta oturarak geçirebilir. Saunada kalma süresini uzatmak, yarar yerine zarar verir.

Saunada 15 dakika orta derecedeki sıcaklıkta durmak yerine, 8 dakika en yüksek sıcaklıkta durmak daha yararlıdır. Saunada ne kadar kalabileceğine her insan kendisi karar vermelidir.

Saunadan çıktıktan sonra vücut soğutulur. Bunun için en iyisi havası kuru, soğuk bir yerdir. Eğer açık havaya çıkma olanağı yoksa, açık pencereli bir oda serinleme yeri olarak kullanılır. Kan dolaşımı açık havada veya serinleme odasında birkaç dakikada sakinleştikten sonra, vücudun kısa sürede soğuması için birkaç saniye için soğuk su havuzuna girilir veya soğuk suyla duş yapılır. Soğuk su havuzuna başın da ıslanacağı bir biçimde 1-3 kere dalıp çıktıktan sonra, havuz terkedilmelidir. Havuzda 10-20 saniyeden çok kalınmamalıdır.

Birkaç saniye çok soğuk suda banyo yapmak, uzun süre ılık suda banyo yapmaktan daha yararlı ve doğrudur. Soğuk duşta su geniş bir hortumla ayaklara, sonra kollara, sırta ve en son olarak baştan aşağı dökülmelidir. Ancak soğuk suyun altında 20-30 saniyeden daha uzun süre kalınmamalıdır. Su tazyikli olmamalıdır. Tazyikli suyla duş yapmak veya vücuda tazyikli su sıkmak çok zararlıdır. Kaslar yumuşamış ve vücut sıcak olduğu için saunadan çıkıldığında sert hareketlerden kaçınılmalıdır.

Hareketler yumuşak ve yavaş olmalıdır. Saunadan çıkıldığında normal solunuma devam edilmeli, hava derin derin ciğerlere çekilmemelidir. Soğuk su banyosundan çıkınca vücut çok iyi kurulanır, bornoz giyilir ve dinlenmeye geçilir. Soğuk duştan sonra istenirse, ayaklara sıcak soğuk su banyosu yapılarak saunanın etkisi artırılabilir. İki sauna banyosu arasındaki süre de çok önemli olan noktalardan biridir. Dinlenme süresinin çok uzun tutulmaması gerekir. Serinleme ve dinlenme süresi toplam 20-30 dakika arasında olmalıdır.

Son sauna banyosundan sonraki dinlenme süresinin sonunda vücudun bir masör tarafından masajlanması, saunanın olumlu etkisini artırır. Saunada terledikten sonra sıcak suyla duş yapmak, buhar banyosuna girmek, sıcak su havuzunda yüzmek kan dolaşımı açısından tehlikelidir. Saunaya yaz kış düzenli olarak girilirse, sağlık üzerindeki olumlu etkisi daha da artar.
10:10 | 1 yorum

Yonca, Kaba Yonca, Acı Yonca, Su Yoncası

Written By Unknown on 8 Ağustos 2011 Pazartesi | 05:47

Kaba Yonca: MEDICAGO SATIVA L Leguminosae

Tıbbi Nitelikleri:
İdrar söktürücü, şekeri tedavi edici, iltihap önleyici.

Kullanıldığı Yerler:
Amerika’da bitki içindeki fosfor ve kükürt nedeniyle şeker hastalığı (diabetes mellitus) tedavisinde denenmiştir.

Brezilya’da şeker hastalığının yanı sıra eklem yerleri iltihaplarında ve kronik romatizma tedavisinde uygulanmaktadır.

Adi yoncanın hayvan yemi olarak tarımı yapılmaktadır.

Botanik: Boyu 2 metreye ulaşan bitkinin toprağın derinliklerine inen kazık bir kökü vardır. Saplar köşeli, çıplak ve çok dallıdır. Üç parçalı yapraklar saplı ve karşılıklıdırlar. Tek yapraklar ise ters oval biçimindedir, kenarları dişli ve uçları sivridir. Yaprakların üstleri koyu yeşil altları ise grimsi yeşil ve tüylüdür. 9-10 mm boyundaki çiçekler gruplar halinde açar. Çiçekleri koyu eguvan, koyu mavi, açık veya koyu menekşe rengindedir. Çiçekler mayıs ayının başından sonbaharın sonuna kadar açarlar.

Kokusu ve Tadı: Hoş olmayan tuzlu ve acı bir tadı vardır.

Yan Etkileri: Herhangi bir yan etkisi yoktur.

Kullanma Biçimleri: İçten ve dıştan uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri: Çay. 2 g taze bitkiye 200 mi kaynar su eklenir, 7-8 dk demlenip süzülür. Günde 3 çay fincanı içilir.

İçindeki Bazı Maddeler: Fosfor, kükürt, saponin.

Plinius adi yoncanın Perslerle yapılan savaşlardan sonra Medlerden Yunanistan’a getirildiğini yazmaktadır. Buna dayanarak adının Med kökenli olduğu ileri sürülmektedir. Adi yoncanın tıbbi olarak kullanılması yüzünden Latince medica ve Yunanca medikos kökenli olduğu da ileri sürülmektedir. Sativus sözcüğü ise ekili anlamına gelmektedir.

Anavatanı Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika’dır.

Strabo ve Plinius adi yoncanın Yunanlıların Perslerle yaptığı savaşlardan sonra Yunanistan’a getirildiğini yazmaktalar. Adi yoncanın MÖ 1. yüzyıldan itibaren İtalya’da tarımı yapılmaya başlanmıştır. Adi yoncayı İspanya’ya ise Araplar getirmişlerdir.

ACIYONCA, Su Yoncası: MENYANTHES TRIFOLİATA L.

Acıyonca adı bitkinin yoncaya benzemesi ve yapraklarının acı olması nedeniyle verilmiştir.

Tıbbi Nitelikleri: Ateş düşürücü, güçlendirici, iştah açıcı, kan temizleyici, menstrüasyon ayarlayıcı. Acıyonca uzun süreden beri yüksek ateşte, baş ağrısında, mide ve bağırsak rahatsızlıklarında kullanılmaktadır. Bu özellikleri günümüzde de kabul edilmiştir. Sindirime yaptığı olumlu etki nedeniyle metabolizma hastalıklarında hazırlanan çaylara da karıştırılır.

Kullanıldığı Yerler: Astım, sindirim, menstrüasyon.
Botanik: Avrupa’nın her yerinde yetişen bitki, ülkemizde Bolu Abant gölü, Kars’ta Çıldır gölü kıyıları, Rize ve Bingöl’de yetişir. Bataklık, yarı bataklık arazileri, ıslak çimenlikleri, göl ve nehir kıyılarını sever. Uzunluğu yaklaşık 1,5 m’dir. Boğum boğum olan ana kökünün boğumlarından çıkan yan köklerle yere yapışır.

Nisan başından hazirana kadar ana kökten çıkan 20-30 cm uzunluğundaki sapların ucunda salkım biçimli çiçekler açar. Renkleri pembeden beyaza doğru değişen dantel görünümlü çiçeklerin üstleri beyaz ince kıllarla örtülüdür. Oval, koyu yeşil yaprakları sert ve diktir.

Nelerinden Yararlanılır:
Genellikle bitkinin yapraklarından yararlanılır. Bazı kaynaklarda yaprakların çiçekleriyle birlikte kullanılması önerilir. Çiçek açmadan önce toplanan kökü de önerilmektedir.

Toplanması ve Saklanması: Yapraklar mart ayından haziran ayıran sonuna kadar saplarıyla birlikte toplanır. Bazı kaynaklarda yaprakların çiçek açmadan önce toplanması gerektiği de ileri sürülmektedir. Gölge, havadar yerlere ince serilerek çabuk kuruması sağlanır. Kuruyan yapraklar olduğu gibi veya toz durumuna getirilerek ışık ve hava geçirmeyen cam kavanozlarda saklanır.

Kokusu ve Tadı: Özel bir kokusu yoktur. Tadının acılığı yetiştiği yere göre değişir.
Yan Etkileri: Herhangi bir yan etkisi yoktur. Çok içildiğinde mide ve bağırsakları tahriş edebilir.

Kullanma Biçimleri: İçten ve dıştan uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri:

Çay: 1-3 çay kaşığı kuru veya taze yaprağa 150 mi kaynar su eklenir, 10-15 dk demlenir ve süzülür. Şekersiz olarak içilir.

İçindeki Bazı Maddeler: Acı madde (meniantin), saponin, pektin, tanen, çok az eterli yağ, manganez, palmitin, karınca asidi, sirke asidi, iyot, C vitamini, kolin, enzimler.

REÇETELER

Ateş Düşürücü,Migren:

Acıyonca yaprak 50 g ince kıyılmış 1 çay kaşığı yaprağa 150 mi kaynar su eklenir, 15 dk demlenip süzülür. Günde 2 çay fincanı içilir.

Gastrit 1:

Hatmi kök 25 g
Ebegümeci yaprak 25 g
1,5 yemek kaşığı karışım 250 mi soğuk suda 8 saat demlenip süzülür.
Venüs saçı bitki 25 g
Acıyonca yaprak 25 g
1,5 yemek kaşığı karışıma 250 mi kaynar su eklenir, 20 dk demlenip süzülür, iki çay birbirine karıştırılır ve yemeklerden önce 1 çay fincanı içilir.

Gastrit 2:
Bahçe nanesi yaprak 10 g
Civanperçemi bitki 10 g
Kantaron bitki 10 g
Rezene tohum 10 g
Acıyonca yaprak 10 g
1 yemek kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 5 dk demlenir ve süzülür. Biraz limon suyu ve şeker karıştırılarak içilir.

Az Gelen Menstrüasyon:
Acıyonca yaprak 50 g
Menstrüasyonun başlamasından 10 gün önce günde 2 çay fincanı içilmeye başlanır ve menstrüasyon sonuna kadar içilir.

Mide Kaynaması:

Pelin otu bitki 25 g
Acıyonca yaprak 25 g
1,5 çay kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 10 dk demlenip süzülür. Çay sıcak olarak yudum yudum içilir.

Mide ve Bağırsak Hastalıkları, Sindirim Bozukluğu 1:
Çörek otu tohum 10 g
Anason tohum 10 g
Bahçe nanesi yaprak 15 g
Kantaron bitki 15 g
Pelin otu bitki 15 g
Rezene tohum 15 g
Acıyonca yaprak 20 g
1 tatlı kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 10 dk demlenip süzülür. Günde 1-3 fincan sıcak olarak içilir.

Mide ve Bağırsak Hastalıkları, Sindirim Bozukluğu 2:

Azak eğiri kök 10 g
Centiyane kök ıo g
Pelin otu bitki 25 g
Kantaron bitki 25 g
Acıyonca yaprak 30 gr. demlenip süzülür. Öğle ve akşam yemeğinden 30 dk önce 1 çay fincanı içilir.


Sindirimi Kolaylaştırıcı, Bağırsakları Güçlendirici 1:

Kantaron bitki 10 g
Köpek otu bitki ıo g
Oğul otu yaprak 10 g
Şerbetçi otu kozalak 10 g
Acıyonca yaprak 10 g
1 yemek kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 10 dk demlenip süzülür. Günde 2 çay fincanı ya da yemeklerden önce 2-4 yemek kaşığı içilir.


Sindirimi Kolaylaştırıcı, Bağırsakları Güçlendirici 2:

Bahçe nanesi yaprak 25 g
Kedi otu kök 25 g
Turunç yaprak 25 g
Acıyonca yaprak 25 g
1 yemek kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 5 dk demlenip süzülür. Akşamları 1 çay fincanı içilir.

Sinir Bozukluğu:
Bahçe nanesi yaprak 20 g
Kedi otu kök 20 g
Acıyonca yaprak 20 g
1 yemek kaşığı karışıma 150 mi kaynar su eklenir, 10 dk demlenip süzülür. Günde 1-3 çay fincanı içilir.

Solunum Borusu İltihabı:
Hatmi kök
Kekik bitki
Lavanta çiçek
Acıyonca yaprak
2 yemek kaşığı karışıma 500 mi kaynar su eklenir, 20 dk demlenip süzülür. Her çay fincanı çay 1 adet limonun suyuyla karıştırılarak günde 4 çay fincanı yudum yudum içilir. Bu reçetenin yanı sıra papatya veya okaliptüs çayı ile gargara yapılmalıdır.

Yatıştırıcı:
Bahçe nanesi yaprak 15 g
Kedi otu kök 15 g
Acıyonca yaprak 20 g
1 yemek kaşığı karışıma 1 çay fincanı kaynar su eklenir, 5-10 dk demlenip süzülür. Akşamları 1-2 çay fincanı içilir.

Avrupa ve Asya’nın yumuşak iklimli yörelerinde yetişir. Birçok hekim bitkiyi ilk kez 16. yüzyılda kullanmaya başladı. 18. ve 19. yüzyıllarda ise yaygın olarak kullanılmıştır. Bazı bilim insanları acı yoncayı her derde deva bitkiler arasında saymaktadır.
Kneipp bitkiyi çoğunlukla mide-bağırsak şişkinliklerinde ve karaciğer hastalıklarında, kan temizleyici ve mideyi kuvvetlendirici olarak kullanmıştır.

Leclerc sinirsel olan sindirim bozukluklarında kullanmış, ayrıca iskorbüt hastalığında iltihap azaltıcı ve kandaki alyuvarları artırıcı olduğunu ileri sürmüştür. Madaus ise acıyoncayı kronik mide, bağırsak iltihaplarında, gaz şişkinliklerinde, mide kaynamalarında ve sarılıkta önermiştir.
05:47 | 0 yorum

Avokado Amerikan Armudu Yararları Faydaları

AVOKADO, (Amerikan Armudu)

PERSEA AMERICANE, Lauraceae Persea Gratissîma, Persea Leiogyna


Tıbbi Özellikleri Nitelikleri: Alyuvarların üretimini artırır, belleği güçlendirir, emziren anneler için ideal protein kaynağıdır, kolesterolü düşürür (dolaylı olarak kalp ve dolaşım hastalıklarının tedavisinde de yararlı olmaktadır), konsantrasyonu artırır, menstrüasyon şikâyetlerini azaltır, midede proteinlerin daha iyi sindirilmesini sağlar, zayıflamayı destekler.

Avokadodaki protein özellikle vücudumuzda üretilmeyen ve dışarıdan almamız gereken aminoasitler yönünden zengindir. İnsan vücudunun 1 hayvani proteine karşılık 3 bitkisel proteine ihtiyacı vardır. Bu nedenle avokado sağlığımız için önemli bir meyvedir.

Avokadodaki şeker kandaki şekeri yavaş ve çok az yükseltir. Bu nedenle şeker hastaları rahatlıkla yiyebilirler.

Avokadoda bulunan lifli maddeler pekliğin giderilmesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak lifli maddelerden yararlanabilmek için bol su içmek gerekir. Lifli maddeler vücutta biriken toksinlerin atılmasına da yardımcı olur.

Avokado doymamış yağlar yönünden çok zengindir. Bu nedenle kalp ve kan dolaşımı hastalıkları tedavisinde yardımcı olmaktadır. Avokadoda yüksek oranda bulunan fitosterin, dikkate değer kolesterol düşürücü etkisi olan bir maddedir.

Yapılan araştırmalar avokadoda bulunan glutatyon maddesinin, ağız ve gırtlak kanserine karşı korucu olduğunu göstermektedir.

Multivitamin tabletleri yerine günde yarım avokado yemek yeterlidir. Bu yöntemle vücudun ihtiyacı doğal olarak karşılanmış olur. Avokado en yüksek K vitamini değerlerine sahip olan meyvelerdendir. Avokadoda bulunan özel bir karbonhidrat türü sinir ve beyin hücrelerinin daha iyi beslenmesini sağlamaktadır.

Bunun sonucu olarak da insanlar kendilerini daha uyanık ve canlı hissetmektedirler. Her gün yenen bir avokado konsantrasyonu da artırmaktadır. Avokado sinirler için önemli bir madde olan lesitin yönünden de zengindir.

Avokadoda uyku hormonu üretiminde gerekli olan triptofan aminoasidi bulunmaktadır. Geceleri bu maddeden, uyku hormonu olan melatonin üretilir. Melatonin sakin ve rahat bir uyku için gereklidir. Uykusuzluktan,, rahat, sakin ve derin uyuyamamaktan şikâyeti olanlara yatmadan kısa bir süre önce bir avokado yemeleri önerilmektedir. (100 g avokadoda 221 kcal / 932 kj kalori vardır).

Avokadoda sindirimi düzenleyen birçok madde bulunmaktadır. Midesi asit yapanlara avokado yemesi önerilmektedir, içindeki kremsi madde mide duvarlarını dış etkenlere karşı korumaktadır. Doğum kontrol hapları vücuttaki Bu vitaminin azalmasına neden olmaktadır. Bu azalma aminoasit ve şeker metabolizmasında bozukluklarda neden olur.

B6 vitamini eksikliği menopozda sinir bozukluğuna ve uykusuzluğa, menstrüasyondan önce ellerde, bacaklarda ve karında su toplanmasına neden olmaktadır. Hatta menstrüasyonun başlamasından birkaç gün öncesinde vücut ağırlığı 2 kg artabilir. Bu durumda düzenli olarak avokado yenmesi önerilmektedir. Ezilmiş bir avokado meyvesinin yaklaşık 50 g karidesle karıştırılarak yenmesinin büyük yararı vardır.

Kullanıldığı Yerler: Bitkinlik, konsantrasyon zayıflığı, yorgunluk, mide asidi fazlalığı, mineral ve vitamin eksikliği, uykusuzluk.

Botanik Özellikleri:
Avokado ağacı günümüzde tropik iklim özellikleri gösteren tüm bölgelerde yetiştirilmektedir. Ülkemizde Akdeniz kıyılarında özellikle Mersin’de yetiştirilmektedir. 400′e yakın türü vardır. Avokado ağacının boyu 15-20 m arasında değişmektedir, ancak büyük tarımsal işletmelerde avokado ağacı sürekli budanarak boyunun 8-10 m arasında kalması sağlanır. Sürekli yeşil olan bitki çiçek açtıktan sonra yapraklarının büyük bir bölümünü döker.

Yapraklar uzunca elips biçimlidir. Boylan 15-18 cm arasındadır. Üst tarafları parlak altları ise beyazımsıdır. Yeşilimsi beyaz çiçeklerin çapı 1 cm’dir. Çiçeklerde erkek ve dişi organlar bir aradadır, ancak aynı zamanda döllenme olgunluğuna sahip değillerdir.

Çiçekler ilk açtıklarında 2-3 saat açık kalırlar. Bu süre içinde dişi organlar diğer çiçeklerden gelen çiçek tozlarıyla döllenir ve ertesi güne kadar kapalı kalır. Ertesi gün açan çiçeklerin erkek organları olgunlaştığından böcekler aracılığıyla diğer çiçeklerin dişi organlarını döllerler.

Çiçek açma yönünden avokado ikiye ayrılır; çiçekleri sabah açıp döllenenler, öğleden sonra açıp döllenenler. Döllenmede en iyi sonucu alabilmek için büyük yetiştirme çiftliklerinde her iki tip bir arada yetiştirilir. Meyvelerin ağırlıkları nedeniyle dalların kırılmasını önlemek için genellikle meyveler seyrekleştirilir.

Meyve kabuğu avokadonun türüne göre kalın, ince, düz, derimsi, pütürlü veya nar gibidir. Meyvelerin rengi yeşil veya siyaha yakın erguvan olabilir. Meyvelerin ağırlıkları ise 150 g ile 1 kg arasında değişir, ancak pazarlanan meyvelerin ağırlığı 400 g’ı geçmez.

Meyvenin sapı mantar ve küften korunması için bir süre üzerinde bırakılır. Eğer meyve sapı meyvenin üzerinde kalırsa, meyve daha iyi olgunlaşır. Çok büyük meyveler yeni fideler üretmekte kullanılır.

Avokado üç gruba ayrılır:

• Meksika yüksek arazi tipi: Yaprakları anasonu andıran bir koku verir. Çiçekler kıllıdır. Küçük ve orta büyüklükte olan meyveler ince kabuklu ve güçlü aromalıdır. Ağaç diğer türlere oranla soğuğa daha dayanıklıdır. -3°C’ye kadar dayandığı görülür. Bu nedenle subtropik. iklimli Akdeniz ülkelerinde yetiştirilmeye elverişlidir.

• Guatemala tipi: Yapraklar kokusuzdur. Çiçekler kılsızdır. Orta büyüklükteki meyvelerin kabukları kalın, iri pütürlü ve yara izlidir. Tohumlar oldukça küçük ve meyve eti sertçedir. Meyveler oldukça yavaş olgunlaşır. Bu tipin gelişebilmesi için yarı tropik iklime ihtiyacı vardır.

• Batı Hindistan tipi (Antil tipi de denir): Bu tip soğuğa en az dayanıklı olanıdır. Nemli iklimde ve oldukça tuzlu topraklarda yetişir. Yapraklar kokusuzdur. Meyveler oldukça büyüktür. Meyve kabuğu düz, ince ve sağlamdır. Çekirdekleri diğer avokado türlerine oranla oldukça büyüktür. Bu türün ticari önemi olan hibritleri vardır.

Nelerinden Yararlanılır: Meyvesinden, taze, kuru yapraklarından ve yağından yararlanılır.

Toplanması ve Saklanması: Meyve ağaçtan, ağaç olgunluğu diye adlandırılan olgunluğa gelince toplanır. Meyve olgunlaştığında eti ekmeğe sürülebilir yumuşaklıkta fildişi rengi veya çok açık yeşildir. Meyve hemen kullanılmak istenmiyorsa, tam olgunlaşmamış meyve alınmalıdır.

Olgunlaşmamış meyve oda sıcaklığında olgunlaşır. Olgunlaşmış meyve parmakla hafifçe basıldığında hemen çöker. Meyvenin olgunlaşmasını hızlandırmak için, meyve olgun bir elmayla bir kâğıt torbaya konarak oda sıcaklığında saklanır. Genellikle 1-3 gün arasında olgunlaşır. Yarım meyve saklanmak istenirse soyulmamak, kesilen yer limonla ovulmak ve streç filme sarılarak buzdolabına konulmalıdır.

Olgunlaşmamış meyve soğuğa karşı dayanıklıdır. Batı Hindistan’da yetişen türler 12°C’den aşağıda saklanamazlar. Tam olmuş meyve buzdolabında 5°C’de 1 hafta saklanabilir. Eğer buzdolabının biyo bölmesi varsa 10 gün kadar saklanabilir.

Meyve dondurulmaya pek elverişli değildir, ancak olgun meyve limonla karıştırılıp püre durumuna getirildikten sonra hava geçirmeyen bir kaba ağzına kadar doldurulup dondurucuda saklanabilir. Dondurucudan çıkarılan pürenin buzu çözülüp açılan kabın üzerindeki kararmış tabaka atıldıktan sonra kullanılabilir.

Uzun süre olgunlaşmaya bırakılan meyvenin üzerinde bazen keskin kenarlı siyah lekeler oluşur. Bu bir mantar enfeksiyonudur. Antraknose olarak adlandırılır. Meyveyi bu hastalıktan korumak için I2°c’nin altında olgunlaşması sağlanmalıdır. Bu mantar enfeksiyonu 6 °C’de gelişmez.

Kokusu ve Tadı: Fındığı andıran bir aroması vardır.

Yan Etkileri: Lateks alerjisi olanlar genellikle avokadoya karşı duyarlıdırlar.

Evde hazırlanan maskeler önce kol dirseği gibi daha az duyarlı olan yerlere sürülerek alerji yapıp yapmadığı denenmelidir. 15 dk içerisinde herhangi bir alerjik etki yapmazsa rahatlıkla kullanılabilir. Doğal kozmetikler bazı insanlarda alerjiye neden olmaktadır.

Avokado meyve eti veya yağıyla evde hazırlanan kozmetikler 1-2 günden daha uzun süre dayanmazlar. Kozmetiğin, kullanılacağı zaman günlük ihtiyaç kadar hazırlanması doğru olur.

İnsanlar için çok yararlı olan avokado meyvesinin ve çekirdeğinin hayvanları niçin zehirlediği bilinememektedir.

Kullanma Biçimleri: İçten ve dıştan uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri: Meyve genellikle çiğ olarak yenir. Çok ender olarak bazı türleri ısıtılmaya elverişlidir. Uzun süre sıcak tutulduğunda veya pişirildiğinde acılaşabilir.

Meyve iyice olgunlaştıktan sonra yenir veya kozmetik olarak kullanılır.

Avokado yağı: Avokado yağı olgun ve kaliteli meyve etinden soğuk presleme yöntemiyle elde edilmektedir. Açık soluk yeşil renklidir. Kozmetik imalatında ve tedavi amaçlı kullanılır. Avokado yağı mineraller, mineral izleri, özellikle A, B, D, E, K vitaminleri ve folik asit yönünden zengindir. Yağın ayrıca ultraviole ışınlara ve mikroplara karşı koruyucu özelliği de vardır.

Yağın tedavi gücü de yüksektir. Çatlak deriler, deri üzerinde oluşan pullu cilt hastalıkları ve derideki boynuzumsu sertleşmeler için kullanılır. Avokado yağı insan derisindeki doğal yağla benzerlikler gösterir. Bu özelliği nedeniyle deri tarafından kolaylıkla emilmekte ve güzellik reçetelerinin ana maddesini oluşturmaktadır.

Yaşlanan derideki kırışıkların oluşmasını önleyen güçlü bir maddedir; içerdiği yüksek orandaki E vitamini deriyi serbest radikallere karşı korur ve derinin yaşlanma sürecini yavaşlatır. Avokado yağı kuru ve çatlak derinin kısa sürede tekrar elastikleşmesini ve canlanmasını sağlar.

Uzun süre avokado yağı içilerek yapılan tedavi kürleri sonunda çeşitli skleorederminlerin (bağ doku hastalıkları) iyileştikleri görülmüştür. Avokado yağı avokado tarımı yapılan ülkelerde yemek yağı ve kozmetik olarak çok eskiden beri kullanılmaktadır. Bu ülkelerde yağdan özellikle parazitlerin neden olduğu hastalıkların ve ekzamanın tedavisinde yararlanılmaktadır.

Avokado yağı kozmetik olarak içindeki sabunlaşmayan yağlar nedeniyle değerlidir. Sabunlaşmayan yağlar deriye nem vermekte ve nemi bağlayarak derinin nemini kaybetmesini önlemektedir. Sabunlaşmayan yağ oranı avokado türüne göre %2-4 arasında değişmektedir. Sabunlaşmayan yağlardaki fitosterin, avokado yağının deride yayılmasını ve deri tarafından kolaylıkla emilmesini sağlamaktadır.

İçindeki Bazı Maddeler:
100 g avokado meyve etinde 66 g su, 1,9 g protein, 25,3 g yağ, 6,7 g karbonhidrat, 6,3 g lifli madde, mineraller [225 ug bakır, 600 ug demir, 38 mg fosfor, 10 mg kalsiyum, 30 mg magnezyum, 180 ug manganez, 500 mg potasyum], vitaminler [12 ug betakaroten, 13 mg C, 5 ug D, 1,3 mg E, 20,33 ug K, 80 ug Bı , 150 ug B2, 1,1 mg B3, 1,1 mg B5, 530 ug B6,10 ug biotin, 30 ug folik asit].

REÇETELER

İshal:


Avokado çekirdek 1 adet

Sinirli ot yaprak 50 g

Çekirdek bir tavada, yavaş ateşte çok iyi kurutulur, ince rendelenir ve kıyılmış sinirli otla karıştırılır. 1 çay kaşığı karışım 200 mi suda kaynatılıp süzülür. Duruma göre günde 1-3 çay fincanı içilir.

Yüz Maskesi (Güzellik Maskesi) 1: Muz ve Avokado

Olgun bir avokado meyvesi soyulup çekirdeği çıkarıldıktan sonra ezilir. Olgun bir muz da soyulur ve ezilir. Ezilen iki meyve eşit oranda birbirine karıştırıldıktan sonra içine l yemek kaşığı yağlı süt de eklenerek krem durumuna gelinceye kadar karıştırılır. Elde edilen karışım yüze ve gerdana geniş ve yumuşak bir fırçayla sürülür, 15 dk sonra yüz pamukla silinir, ılık suyla yıkanır ve bastırılmadan kurulanır. Bu reçete kuru ciltler için sadece avka-doyla da yapılabilir.

Yüz Maskesi 2:

Limon ı adet

Yumurta l adet

Avokado meyve 1 adet

50 g meyveye 1 yumurta sarısı ve 1 çay kaşığı limon suyu eklenerek krem kıvamına gelinceye kadar ezilir ve bir mikserle karıştırılır. Elde edilen krem geniş ve yumuşak bir fırçayla yüze sürülür, yaklaşık 20 dk sonra yüz ılık suyla yıkanır ve bastırılmadan hafifçe kurulanır.

Yüz Maskesi 3 (Kuru Deri):
Bal süzme 10 mi

Kaymak 10 g

Avokado meyve l adet

Avokado soyulup ezildikten sonra yarım çay kaşığı bal ve 1 çay kaşığı kaymakla çok iyi karıştırılır. Karışım geniş ve yumuşak bir fırçayla yüze sürülür, 20-30 dk sonra ılık suyla yıkanır ve yüz bastırılmadan hafifçe kurulanır.

Yüz maskesi olarak hazırlanan karışımlar kullanılmadan önce dikkat edilecek noktalar:

1. Yüz ve gerdan çok iyi temizlenmeli ve sıcak pansuman yapılmalıdır.

2. Maske yüze yumuşak, geniş bir fırça ile sürülmelidir.

3. Maske dudaklara ve gözlere sürülmemelidir. Gözlere civanperçemi, papatya, rezene çayına veya salatalık suyuna batırılmış yarı ıslak pamuk konabilir.

4. Maske çeneden veya gerdandan başlanarak yanaklara ve sonra alna sürülmelidir.

5. Maske sürüldükten sonra yatarak istirahat edilmelidir. Bu, maskenin etkisini artırır.

6. Maske önce pamukla veya tülbentle silinmeli, yüz veya gerdan ılık suyla iyice yıkandıktan sonra bastırmadan yumuşak bir havluyla kurulanmalıdır.

Saçları Canlandırıcı:

Avokado meyve 1 adet

Zeytinyağı soğuk preslenmiş 50 mi 100 g avokado meyve eti ezilir, 20 mi zeytinyağıyla krem kıvamına gelinceye kadar karıştırılır. Krem saçın uzunluğuna göre hazırlanır. Krem saç diplerine hafifçe masaj-lanarak sürüldükten sonra tüm saça dağıtılır. 20 dk sonra saçlar ılık suyla çok iyi yıkanır.

Kısa Açıklamalar:

• Avokadonun beyaz ekmeğe tereyağı gibi sürülerek yenilmesi önerilmektedir.

• Soyulmuş bir avokado meyvesi çok iyi ezildikten sonra 10 mi limon suyuyla karıştırılır, içine tuz ve biber eklendikten sonra hafif kızartılmış ekmeğin üzerine sürülür.

• Birçok yazar avokadoyu yenebilen güzellik olarak değerlendirmektedir. Sürekli avokado yiyenlerin ciltlerinin pürüzsüz ve canlı olacağı fikri yaygındır.

• Avokado evlerde süs bitkisi olarak da yetiştirilmektedir.

Avokado Amerikan Armudunun Tarihçesi Özellikleri ve Anavatanı

Persea Latince perseus kökenlidir. Bu adın meyvelerinin armuda benzemesi yüzünden verildiği sanılmaktadır. Americane adı ise bitkinin ana vatanı Amerika olduğu için verilmiştir.

Türkiye’de bitkiye ve meyvesine a-vokado ya da bitkini anavatanının Amerika olması ve meyvesinin armuda benzemesi nedeniyle amerikan armudu denmektedir. Anavatanı Orta Amerika’dır. Orta Amerika’da yapılan bazı arkeolojik araştırmalar avokadonun 8000 yıldan beri tarımının yapıldığını göstermektedir.

Meksika’da yapılan kazılarda ise MÖ 7800 yılma ait avokado tohumları bulunmuş ve Azteklerin bu tarihlerde avokadonun tarımını yaptıkları tespit edilmiştir. Günümüzde meyvesi ve ağacı için kullanılan avokado adının Aztekçe ahucatl adının değişikliğe uğramasıyla ortaya çıktığı kabul edilmektedir.

Orta Amerika’nın yerli halkı avokadoyu ‘ormanın tereyağı’ olarak adlandırıyordu. Yerli halk için avokado sadece zengin bir gıda değil, aynı zamanda iyi bir tedavi maddesiydi.

Aztekler ve Mayalar meyvelerini, yaprağını, çekirdeğini birçok hastalığın tedavisinde kullanıyordu. Kulak iltihaplarında meyve etinden yararlanıyor, ateşli hastalıklarda ateşi kontrol altına alabilmek ve düşürmek için yapraklarını ayak tabanına bağlıyorlardı. Öksürüklü hastalara şekerle kaynattıkları yaprak suyunu içiriyorlardı. Mayalar ishale karşı çekirdeğini kavurup rendeledikten sonra kaynatılmış mısır suyuyla karıştırıp içiyorlardı.

Avokadoya ilk kez İspanyol araştırmacı Martin F. De Enciso 1519 yılında yazdığı Summa de Geogmfia adlı eserinde, resmini de çizerek yer verdi. Avokado 17. yüzyılda İspanya’da yetiştirilebildi. 100 yıl sonra avokado büyük bir süratle tüm dünyaya yayıldı. 1750 yılında Afrika’da, 1833′de Florida’da tarımı yapılmaya başlandı.
05:37 | 1 yorum

Kardeş Sitelerimiz

Sponsorlu Bağlantılar