Hi quest ,  welcome  |  sign in  |  registered now  |  need help ?

Vitaminler, Vitaminlerin Faydaları Yararları, Vitamin Eksikliği

Written By Unknown on 7 Aralık 2011 Çarşamba | 15:07

VİTAMİNLER

Vitaminler yaşamımız için az (mikro) miktarda gerekli olan organik maddelerdir. Vitaminler vücuttaki birçok reaksiyon için gereklidir. İnsan vücudu genel olarak vitaminleri üretemez, bu nedenle dışarıdan alınmalıdır. Vitaminlerin eksikliği ağır hastalıklara, fazlalığı genellikle zehirlenmelere neden olur.

Günümüzde 13 vitamin bilinmektedir. Bunların 4′ü yağda, 9′u suda erir. A, D, E, K vitaminleri yağda erir.

Bazı vitaminleri çok az miktarda bağırsaklardaki bakteriler üretir.

Dünya Sağlık Örgütü belirli aralıklarla, yaşam için gerekli olan günlük vitamin değerlerini (RDA) yayımlar. Günlük vitamin ihtiyacı yaş, cinsiyet, fiziki aktiflik gibi birçok faktöre bağlıdır. Örneğin hamilelerin, emziren annelerin, çocukların vitamin ihtiyacı daha fazladır. İnsanların yaşam biçimleri ve alışkanlıkları da vitamin ihtiyacını etkiler. Örneğin sigara içenlerin daha çok C vitaminine, normalin üzerinde alkol kullananların ise daha çok Bı, B6 vitaminine ihtiyaçları vardır.

YAĞDA ERİYEN VİTAMİNLER:

A vitamini (Retinol): Işığa karşı çok duyarlı, sıcağa karşı dayanıklıdır. Karotenlerin görevlerini yapabilmesi için A vitaminine dönüşmeleri gerekir. 6 mg fi-karoten (betakaroten) 1 mg retinole dönüşür.

Balık yağında, karaciğerde, süt ürünlerinde, yumurtada, yeşil ve sarı sebzelerde bulunur. Karoten yağ bağlantısıyla daha kolay emilir.

Not: Karaciğer, içindeki ağır metaller nedeniyle birçok ülkede gıda maddesi olarak yenilmemektedir.

A vitamini özellikle siyah beyaz görmek için önemlidir. Vücudun gelişmesi, direncinin artması ve cilt metabolizması için gereklidir. Karoten vücudu dışa karşı koruyan hücrelerin çoğalmasını, kendi kendilerini yok etmemelerini sağlar.

Karaciğerde 1-2 yıllık retinol ihtiyacı depolanabilir. Ayrıca, göz ağ tabakasının pigment hücreleri de A vitamini depolar. Bu yüzden A vitamini eksikliği önce gece körlüğüne, sonra körlüğe neden olur. Kolesterol oranını düşürmek için ilaç alanlarda A vitamini süratle emildiğinden, bu ilaçları kullananların daha çok A vitaminine ihtiyacı olabilir.

A vitaminin fazlalığı kilo kaybına, baş ağrısına, kemik şişmelerine, saç dökülmesine ve karaciğer büyümesine neden olur. Hamilelerde bebek de zarar görebilir. Buna çoğunlukla yiyeceklerle alınan A vitaminin yanı sıra kullanılan A vitamini tabletleri neden olur. Karotenin fazlalığı herhangi bir sorun yaratmaz, çünkü bağırsaklarda A vitaminine dönüştürülen karoten, ancak belirli bir oranda emilebilir. Günlük A vitamini ihtiyacımız 1,2-1,3 mg’dır.

D vitamini: Sıcağa karşı duyarlı değildir. Kaynatıldığında kaybolmaz. Bitkilerle D2 vitamini alınır. D3 vitamini doğal durumda olanıdır. Provitamin D (sterol), ultraviyole güneş ışınlarının etkisiyle insan ve hayvan derisinde aktif D vitaminine dönüşür. Deri güneşte yanarak belirli bir koyuluğa ulaştığında D vitamini üretimi durur.

D vitamini karaciğerde kimyasal değişikliğe uğrayarak, kaslarda ve vücuttaki yağda depolanır. Kemiklerin gelişebilmesi, kalsiyum ve potasyum metabolizması için gereklidir.

Bağırsak hastalıkları, güneşin azlığı D vitamini eksikliğinin başlıca nedenleridir. Eksikliği yetişkinlerde kemiklerin yumuşamasına, incelmesine (osteomalaz) neden olur.

D vitamini balık yağında, balıkta, yumurta sarısında, sütte ve süt ürünlerinde bulunur.

Fazlalığı mide bulantısı, baş ağrısı, kusma ve iştahsızlıkla kendim gösterir. Arkasından kaslarda kramplar başlar, tansiyon yükselir. Sonunda böbrekler görevlerini yapamaz hale gelir. Dünya Sağlık Örgütü günlük ihtiyaç o-larak 2,5 ug önermektedir.

E vitamini: Sıcağa karşı çok dayanıklıdır. Saf olarak sarı renkli bir sıvıdır. 1936′da izole edilmiştir. E vitamini etkisi yapan 8 tokoferol ve tokotrienol tanınmaktadır. İçlerinden en etkili olanı alfatokoferoldür.

E vitamini hücre zarını okside olmaktan korur, A vitamininin etkisini artırır, bitkinlik ve yorgunluğu giderir. Ayçiçeği yağı, fındık yağı, ceviz yağı, zeytinyağı, mısırözü yağı, buğday özü yağı, soya fasulyesi yağı gibi yağlarda bulunur. 1 yemek kaşığı buğday özü yağı bir insanın günlük E vitaminini ihtiyacını karşılar.

Yüksek miktarda alındığında baş dönmesine, yorgunluğa, mide bulantısına neden olur. Dünya Sağlık Örgütü günlük ihtiyaç olarak 8-10 mg E vitamini önermektedir.

K vitamini (Filokinon): 1934′de bulunmuştur. Sıcağa ve oksijene karşı dayanıklı değildir. Işıkta parçalanır. Bitkilerde Ki bulunur. Bakteriler ise K2 üretir.

Sebzelerde, balık yağında, soya fasulyesi yağında, yeşil lahanada bulunur. Meyve, tahıl ve hayvani gıdalarda yok denecek kadar azdır.

K vitamini hakkında bilinen tek şey kanı pıhtılaştırma etkisi olduğudur. Eksikliği kanamalara neden olur. Yetişkinlerde K vitamini eksikliği çok seyrek olarak, karaciğer, safra kesesi ve bağırsak hastalıklarında görülür. U-zun süre antibiyotik kullananlarda da K vitamini eksikliği görülebilir. Günlük ihtiyaç 40 ug ile 2 mg arasında değişmektedir.

SUDA ERİYEN VİTAMİNLER:

Bı vitamini (Tiamin): Saf halinde suda süratle eriyen beyaz bir tozdur. Işığa, sıcağa, oksijene karşı çok duyarlıdır. Ekşi ortamda 120°C ye kadar ısıtıldığında çok az kayba uğrar.

Karbonhidratların sindirimi için gerekli olduğundan günlük ihtiyaç, yiyeceklerimizdeki karbonhidrat oranına bağlıdır. Süt ve süt ürünlerinde bulunur.

Eksikliği beriberi hastalığına neden olur. Uzun süreli Bı vitamini eksikliği sinir sisteminde ve kasların koordinasyonunda bozukluğa neden olur. Sonuç ölüme giden kötürümlük olabilir. Bı vitamini eksikliği olanlar çabuk sinirlenir, iştahsız, güçsüz ve yorgundur. Eksikliği çoğunlukla yetişkinlerde görülür.

Yüksek oranda alındığında baş ağrısı, yorgunluk ve uykusuzluk yapar, kalp ritmini artırır, çabuk sinirlenmeler görülür. Fazlası idrarla atılır. Vitamin Bı tabletle alınmaz. Dünya Sağlık Örgütü günlük olarak 0,5 mg Bı vitamini önermektedir.

B2 vitamini: (Laktoflavin, Riboflavin): Fosforlu ışık veren sarımsı yeşil bir maddedir. 1933′de bulunmuştur. Birçok enzimin (flavoproteinler) aktif maddesidir. Flavoproteinler metabolizma ve hücre solunumu için çok önemlidir. Kaynamayla kaybolmaz. Işığa karşı çok duyarlıdır. Güneşte kalan gıda maddelerinde B2 vitamini kaybı olur.

Eksikliğinde ciltte değişiklikler görülür, ancak ağır hastalıklara neden olmaz. Günlük B2 vitamini ihtiyacı 0,6 mg’dır. B2 vitamini birçok gıda maddesinde vardır.

B6 vitamini: Alkol pridoksal, aldehid pridoksal ve amin pridoksamine verilen ortak addır. Üç form da birbirine dönüşebilir. Kaynamaya dayanıklı değildir. Birçok gıda maddesinde bulunur, ancak et, meyve ve sebzede azdır.

Koenzim olarak birçok reaksiyona karışır. Protein metabolizmasına, hemoglobin ve bazı hormonların sentezine katılır.

Eksikliğinde yerel kramplar, ciltte ve sinirlerde iltihaplanma görülür, kansızlık başlar.

B6 vitamini yüksek miktarda alındığında menstrüasyon öncesi şikâyetler artar, kaslar güçsüzleşir, içine kapanıklık görülür. Ayrıca sinir sistemi üzerinde zehir etkisi yapabilir. Günlük B6 vitamini ihtiyacı çocuklar için 0,3-1,6 mg, yetişkinler için ise 1,8-2,2 mg’dır.

B12 vitamini (Kobalamin): Kırmızı kristalize bir maddedir. Kırmızı rengi, içindeki kobalttan kaynaklanır. Işığa karşı duyarlı değildir. Sterilize edilen yiyecek maddelerinde kaybolur.

Karaciğerde, sakatatta ve yumurtada bol miktarda bulunur.

Vücudun B12 vitaminine fazla.ihtiyacı yoktur, gıda maddeleriyle almanın da hepsi emilmez. Bu nedenle alınan gıda maddelerinde, ihtiyaçtan 3-10 kat fazlası olmalıdır.

B12 nüklein asidin sentez edilebilmesi için gereklidir. Nüklein asit hücrelerin çoğalmasında genetik bilgi taşınması ve sinirlerin normal görevlerini yapabilmesi için gereklidir.

B12, suda eriyen vitaminler içinde, en çok karaciğerde depo edilebilen (yaklaşık 5 mg) tek vitamindir. İnceba-ğırsakta emilebilir. Mide ve bağırsak hastalıklarında, bu organlar görevlerini yerine getiremeyince eksikliği görülebilir. Sadece meyve, sebze yiyenlerde eksikliği görülür. Eksikliğinde öldürücü kansızlık başlar. Günlük B12 vitamini ihtiyacı 3 ug’dır.

Biotin (Koenzim R veya H vitamini): Saf halinde ince, saydam, iğne görünümündedir. En aktif biyolojik maddelerdendir. Albüminde bulunan avidin, proteine özgül olarak bağlanabilir, ancak bağlı olarak etkili değildir. Yüksek ısıya dayanıklıdır. Avidin ise yüksek ısıya dayanıklı olmadığından kaynatıldığında serbest kalır.

Koenzim olarak karbondioksit artıklarının transfer edilmesinde rol oynar. Karaciğerde, sakatatta, ette, meyvelerde, sebzelerde, fındıkta, cevizde ve sütte bulunur.

Bitkisel, hayvansal gıda maddelerinde yeterince bulunur, bakteriler ve mayalar H vitamini üretir. Bu nedenle eksikliği pek görülmez. Günlük ihtiyaç 0,1-0,2 mg’dır.

C vitamini (Askorbik asit): Sıcağa karşı duyarlıdır, çabuk oksitlenir, toz olarak saklanabilir. Kaynatılan, uzun süre sıcak tutulan gıda maddelerinde süratle azalır, kaybolur. Yiyecek maddeleri sterilize edilince tamamen yok olur.

C vitamini demirin bağırsakta emilmesini sağlar. Hayvanlar C vitaminini sentez edebilir. Bazı insanların da bunu yapabildiği sanılmaktadır.

Sebzelerde ve meyvelerde, özellikle narenciye, yeşil biber, kırmızı-siyah frenk üzümü, kuşburnu, kivi, patates ve rezenede bol bulunur.

C vitamini, noradrenalin ve kortizon hormonları ile kollajen sentezi için çok önemlidir. C vitamini iyi bir anti-oksidandır, artrit ve eklem aşınmalarına, astım ve bronşit spazmlarına karşı koruyucudur Bağışıklık sistemini destekler, akyuvar ve antikorları artırır. Histaminin serbest kalmasını önleyerek, alerjiye karşı da olumlu etki göstermektedir.

C vitamininin kansere karşı koruyucu olduğu da ileri sürülmektedir. Günlük ihtiyaç bir çok faktöre göre değişir. C vitaminin tümü vücutta depolanmaz, ihtiyaç fazlası idrarla atılır. Hamile ve emziren kadınların, ameliyat olanların, enfeksiyonlu hastalıklara yakalananların, yaralananların, stres altında olanların daha çok C vitaminine ihtiyacı vardır. İnsan vücudu yaklaşık 3,5 g C vitamini depolayabilmektedir.

Eksikliği iskorbüte neden olur. Günde 1000-2000 mg C vitamini koruyucudur. Daha fazlası doktor kontrolünde kullanılmalıdır. Çok yüksek miktarda alındığında idrar torbasında taş oluşumuna neden olabileceği ileri sürülmektedir. Böbreklerinde taş oluşumuna meyilli olanlarda, az da olsa bir risk oluşturmaktadır. Bu riski azaltmak için C vitamininin magnezyum ve Bö vitaminiyle kullanılması önerilmektedir.

Folik asit: Saf halde sarı, kristalli bir maddedir. Suda çok az erir, sıcağa ve ışığa karşı çok duyarlıdır. C vitamini folik asidi oksidasyona karşı korur. Gıda maddelerinde genellikle başka maddelere bağlı olarak bulunur. İn-cebağırsak epitel dokusunun salgıladığı bir enzimle, diğer maddelerden ayrılarak emilir.

Karaciğerde, ıspanakta, lahanada, fasulyede, taze meyve ve sebzelerde bulunur. B12 vitaminiyle beraber nüklein asit sentezi için gereklidir.

Eksikliği genellikle iyi beslenemeyen, tropik bölgelerde yaşayan insanlarda görülür. Ayrıca hamilelerde ve in-cebağırsakları hasta olanlarda (bazı kanser çeşitlerinde) görülebilir. Eksikliği alyuvar anemisine (megaloblastik hiperkrom) neden olur. Yeterince folik asit alamayan hamilelerde, ceninin beyin ve omurilik gelişimi olumsuz etkilenir. Bu nedenle hamilelere, doktorlarına danışarak, günlük 0,4 mg’lık folik asit takviyesi almaları önerilmektedir.

Fazla alanlarda uykusuzluk görülür, genellikle kendilerini hasta hissederler. Günlük folik asit ihtiyacı 300-400 ug’dır.

‘Niasin (Nikotinamid veya PP vitamini):
Sıcağa karşı çok duyarlı değildir. Uzun süre depolanabilir. Oksitlenmeye karşı dayanıklıdır. Niasin en dayanıklı vitamindir. Saf halde suda eriyen bir tozdur. Niasin ve nikotinamid kimyasal olarak akraba olmalarına rağmen, birbirinden çok farklı zehir etkisi gösterirler.

Nikotinamid birçok gıda maddesinde, az oranda vardır. Ette, balıkta, sakatatta ve bazı tahıl türlerinde bulunur.

Hücrelere oksijen taşınmasında rol oynar. İlaç olarak kan dolaşımını güçlendirmekte ve bazen kolesterol oranını düşürmekte kullanılır.

Eksikliği (pellegra), ana gıda maddesi olarak mısır ve mısır ürünlerinin yendiği bölgelerde çok seyrek olarak görülür. Eksikliğinde sinir sisteminde ve bağırsaklarda bozukluk, cilt pigmentlerinde artış görülür.

Fazla alındığında karaciğer tahribatı olur, kalp ritmi bozulur, kandaki şeker, idrardaki üre oranı artabilir. Dünya Sağlık Örgütü günlük olarak 6,6 mg niasin önermektedir.

Pantotenik asit: Soluk sarı renkli, yağlı bir sıvıdır. İlk olarak 1939′da izole edilmiştir. Kaynadığında yıkılmamasına rağmen, alkalik ve asitli ortamda parçalanır. Pantotenik asitteki koenzim A, kolesterol sentezinde ve steroid hormonu, yağ ve protein metabolizmasında önemli rol oynar.

Eksikliğinin neden olduğu bir hastalık henüz bilinmemektedir. Fazlası zehir etkisi yapmaz. Dünya Sağlık Örgütü, günlük pantotenik asit ihtiyacını 7-10 mg olarak açıklamıştır. Bütün gıda maddelerinde bulunur.
15:07 | 2 yorum

Doğal Bitkilerle Tedavi Yöntemleri

DOĞAL KAYNAKLARLA TEDAVİ YÖNTEMLERİ

Aroma Terapi (Güzel Koku ile Tedavi): Bitkinin güzel kokulu esansı kullanılır. Halk arasında çoğunlukla esans olarak tanınan bu maddeyi Mısırlılar günümüzden 6000 yıl önce tanıyordu. Doğal bitkisel esanslar damıtma, presleme, sıcak veya bitki çentikleme (kesilerek) yöntemleriyle elde edilir. Doğal esanslar, sentetik olarak elde e-dilen esanslardan daha etkilidir.

Aroma terapide tedavide en büyük etki, etkili madde sentez edilmeksizin bitkinin tüm esansı ile sağlanır. Aroma terapide anason, ceviz, fesleğen, gül, karanfil, kekik, kuşdili, lavanta, limon, nane, oğul otu, papatya gibi birçok bitkiden yararlanılır.

Ayurveda: Ayurveda insanların hastalanmadığı uzun yıllar yaşadığı bir altın dönemden söz edilir. Hint mitolojisine göre, insanlar doğal yaşam alanlarını terk edip kozmik yasaları bozmaya başlayınca hastalıklar ortaya çıkmıştır. Dönemin bilgeleri içlerinden Bharadvaja’yı, kendilerine yaşamın gizemini öğretmesi için tanrı İndra’ya gönderdiler. İndra ona hayatın gizemini öğretti. Bu bilgiye ayurveda dediler. Vücut ve ruh arasındaki uyuma dayanan ayurvedaya göre, insan yaşamını tüm çevresiyle uyum içinde sürdürmek zorundadır.

Hastalıklar bu uyumun bozulması ve yanlış düşünmekten kaynaklanır. Bir hastalığın tam olarak tedavi edilebilmesi için hastalığın ruhsal nedeninin de kesinlikle anlaşılması gereklidir, çünkü hastalık ruhla beden arasındaki uyumun bozulması ve akim yanlış düşünmesiyle oluşmuştur. Sadece fiziksel ve kimyasal belirtileri tedavi etmek yeterli değildir.

Bach Çiçeklerle Terapi Yöntemi:
Kökeni homeopatiye dayanır. Bu yöntemde sadece 38 bitkiden yararlanılmaktadır. İlke olarak hastalıkların vücut ile ruh arasındaki uyumun bozulmasından kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bir hastalığın tam olarak tedavi edilebilmesi için bozulan uyumun yeniden sağlanması gereklidir.

Bach bazı bitkilerin yüksek nitelikli olduklarından yola çıkmaktadır. Bu bitkilerden yayılan titreşimler vücut ile ruh arasındaki uyumu sağladığından hastalığın süratle ve köklü olarak tedavi olacağım kabul etmektedir. Bach’m 1930′lu yıllarda temellerini attığı bu yöntem yavaş da olsa yayılmaktadır.

Homeopati: Kurucusu Dr. Samuel Hahnemann’dır(l755-1843). Ana ilkesi hastalığı hastalığa neden olan şeyle tedavidir. Eğer bir insanın gözü yaşarıyorsa, onu göz yaşartan bir maddeyle, örneğin soğanla tedavi etmelidir. Homeopatinin karşıtı allopati tedavi yöntemidir. Allopatinin ana ilkesi hastalığı karşıtıyla, örneğin sıcağı soğukla tedavi etmektir.

Homeopatide önemli olan uygulanacak olan maddenin, ilacın eriyik oranıdır. Hahnemann’a göre insanlardaki tüm hastalıkların kaynağı metabolizma bozukluklarıdır. Aynı hastalık hemen her insanda değişik bir seyir izler, çünkü insanlar gerek ruhi yönden gerekse fiziksel olarak farklılıklar gösterir. Bir ilaç sadece hastalığın tedavi maddesi olmamalı, vücudun direncini de artırmalıdır.

Homeopati bitkilerden yararlanır, ancak tedavi maddesi olarak hayvani maddeleri ve mineralleri de kullanır. Homeopatikalar ana tentürün su, alkol veya süt şekeriyle 1/10, 1/100, 1/50000 oranlarında incelmesiyle hazırlanır. Bu inceltme oranları tentüre, hastalığa ve hastaya göre değişir.

Tedavideki ana ilkelerden biri, birçok seçenekten en iyi tedavi yolunun bulunmasıdır. Homeopatikaların bu yönde bilgisi, deneyimi olan uzmanlarca uygulanması gerekir.

Fitoterapi: Hastaları bitkisel ilaçlarla tedavi etme yöntemidir. İlaç olarak kullanılan tüm bitki çeşitlerini kapsar. Bitkiler taze, kuru, öz, tentür, su, kök, gövde, yaprak, çiçek olarak yalnız başlarına veya birbirine karıştırılarak kullanılabilir. Bitkiler binlerce yıldır ilaç olarak kullanılmaktadır. Günümüzde fitoterapinin geldiği nokta ve gördüğü ilgide birçok uzmamn rolü vardır.

Günümüzde bitkilerin içerdiği etkili maddelerin birçoğu sentez edilerek, katıksız kimyevi madde olarak kullanılmaktadır. Bazı bitkilerin içerisindeki maddeler toplu olarak daha etkili olmaktadır. Bir bitkinin içerisindeki maddeleri daha etkili hale getirebilmek ve içimlerini kolaylaştırabilmek için iki, üç veya daha çok bitki bir arada kullanılabilir. Daha çok bitkiyi karıştırırken dikkatli olunmalıdır.

Bitkisel ilaçlar alışkanlık yapmadan uzun süre kullanılabilir, ancak bundan bitkisel ilaçların yan etkileri olmadığı sonucu çıkarılamaz. Bitkisel ilaç reçetelerinin ölçülerine uygun ve bilinçli olarak kullanılması gerekir. Bu da ancak bir uzmanın denetiminde olabilir. Fitoterapinin gelişmesi, modern kimyanın sağladığı olanaklarla bitkilerin daha iyi araştırılması bitkilerin daha iyi kullanılmalarını sağlamaktadır. Bilinçsizce yapılan uygulamalar yarar sağlamak yerine hastalığın uzamasına neden olabilir ve ne yazık ki daha kötü sonuçlar doğurabilir.
14:49 | 2 yorum

Süt ve Süt Ürünleri Yararları Faydaları

SÜT VE SÜT ÜRÜNLERİ

Sütten, en az süt kadar yararlı birçok gıda maddesi üretilmektedir. Bunların en çok tüketilenleri peynir, tereyağı ve yoğurttur. Süt günümüzde tam yağlı, az yağlı, yağsız, süt tozu, konsantre, taze, pastörize ve sterilize halde pazarlanmaktadır. Sütün çiğ hali en zengin olduğu durumdur, ancak çiğ sütün içerisinde insan sağlığına zararlı mikroplar olabilir. Bu nedenle çiğ süt ancak sağlıklı olduğunu yüzde yüz bildiğimiz hayvanlardan sağıldığmda içilebilir. Bu durumda hayvanın çok iyi denetlenmesi gerekir.


Süt özellikle sıcak havada, içindeki birçok mikroorganizma nedeniyle süratle bozulur, ekşir. Bunu önlemek için genellikle kaynatılır. Bilgisizce kaynatıldığında içerisindeki zararlı mikroplar ölmediği gibi, yararlı birçok vitamin de kaybolur. Bu nedenle süt pastörize yada sterilize edilir.

Sütün pastörize işleminde genellikle iki yöntem kullanılır: Birinci yöntemde süt, 15-40 saniye, 71-74°C’ye kadar ısıtılır. Bu durumda süt değerinden %10 kaybeder ve ancak buzdolabında saklanabilir. İkinci yöntemde süt 3-5 saniye, 135-150°C’ye kadar ısıtılır. Bu durumda süt değerinden %20 kaybeder, 6 hafta saklanabilir.

Daha uzun süre saklanabilmesi için süt 10-20 dk arasında, 110-120°C’ye kadar ısıtılarak sterilize edilir. Bu yöntemle süt tüm mikroplardan arınmış olur, oda sıcaklığında bir yıl saklanabilir.

İnek sütündeki ortalama yağ oranı %3,8 olarak kabuL edilmektedir. Bu oran %2-8 arasında değişebilir. Süt yağı, süt serumu içerisinde küçük yuvarlar halinde dağılmıştır. Yuvarların zarının %60′ını lipidler, %10′ım proteinler oluşturur. Sütteki lipidin %98-99′u ise trigliserittir. Zarda çok az fosfolipid ve sterid bulunmaktadır. İnek sütündeki fosforlu lipid yığılımı 100 mi’de 30-50 mg’dır. Fosforlu lipidin tüm lipide oranı ise %0,2-1 arasındadır. İnek sütündeki doymamış yağ asidi oranı, hayvanın yemine soya fasulyesi, ayçiçeği tohumu gibi besinler karışürılarak artırılabilir.

Bu oran mevsime göre de değişir. Sütteki başlıca lipidler monogliserit, digliserit, trigliserit, fosfolipid, serebrosit, sterid ve bağımsız yağ asitleridir. İnek sütü yağındaki kolesterol, diğer tüm hayvani gıdalara göre daha düşüktür. Örneğin 100 g sütteki kolesterol oranı 13 mg iken, pavurya ve midyede 150 mg, tereyağında 230 mg, yumurta sarısında 1500 mg, balık yağında ise 5000 mg’dır. Sütte kolesterol %80 bağımsız, %20 ester durumundadır.

İnsan sütündeki ortalama yağ oranı da %3,8 olarak kabul edilmektedir. Doğumdan sonra çok düşük olan bu değer sonraları artar. İnsan sütündeki yağ yuvarları daha küçük, doymamış yağ asidi oram daha yüksektir. Fosforlu lipid oranı inek sütünün iki katı, kolesterol oranı daha yüksektir. Buna neden olarak alınan gıdaların çeşitliliği gösterilmektedir. İnsan sütündeki lipidler monogliserit (izi), trigliserit, fosfoli-pid, sterit ve bağımsız yağ asitleridir. İnsan sütünde tereyağı, kaproik ve kaprilik asit dışında inek sütünde bulunan tüm yağ asitleri vardır.

Süt yağı diğer tüm yağlara göre daha kolay ve çabuk sindirilir. İnek sütünün sindirimini kolaylaştırmak için homojenleştirme işlemi yapılır. Homojen sütte yağ yuvarları 1 um’e iner. Midesinden rahatsız olanlara homojenleştirilmiş süt içmeleri önerilir. Kilo başına günde 0,9 g albümin almamız gerekir. İnek sütünde albümin oranı %3,4-3,5 olarak kabul edilmektedir. İneğin yemi büyük ölçüde azotlu gübreyle gübrelenmişse sütteki nitrat oranı yükselir. Bu oran içecek su için önerilen oranı aşmadığından insan sağlığı için bir sakıncası yoktur. Kazein sütteki albüminin %80′ini oluşturur.

insan sütündeki albümin ortalama %1-1,2 olarak kabul edilmektedir. Ayrıca insan sütündeki albüminin birleşimi ineksütünden oldukça farklıdır ve içinde daha yüksek oranda taurin vardır. Bebeklerin süte karşı alerjisi genel olarak albümine karşı olmayıp laktoza karşıdır. Çok seyrek olarak bebekler anne sütüne de alerji göstermektedir.

Süt önemli bir karbonhidrat kaynağı değildir. İçerisindeki laktozun etkili bölümü yaklaşık %30′dur. Süt ve süt ürünleri karbonhidrat ihtiyacımızın %6-10′unu karşılar. Gocuklarda bu oran %20′ye kadar çıkabilir. Laktozun tatlandırma gücü de oldukça düşüktür. İnsan sütündeki laktoz oranı %7, inek sütünde ise %4,8′dir. Laktoz sütün içerisindeki kalsiyumun daha iyi emilmesini sağlar. Isınma veya uzun süre bekleme sonucu laktozun bir bölümü laktuloza dönüşür. Laktulozun tatlandırma gücü daha fazladır. Bu yöntemle sterilize edilerek hazırlanan sütlü mamalarda-ki karbonhidrat oranı daha da yükselir.

İçindeki Bazı Maddeler: Sütte tüm vitaminler vardır. 1 litre sütte 0,1-0,9 mg A vitamini, 0,05-0,4 mg betaka-roten vardır. Bu günlük ihtiyacın yaklaşık %46′sidir. A vitamini ve betakaroten ışıkta yok olur, ancak sütü kaynatmak A vitaminini ve betakaroteni etkilemez. Sütte 0,2-0,8 mg Bı vitamini vardır. Bunun %20′si proteine bağlıdır. Kaynatıldığında %70′i yok olur. Bu günlük ihtiyacın yaklaşık %30-32′sini oluşturur. Sütteki 0,8-2,6 mg B2 vitamini genellikle bağımsızdır.

Işığa duyarlılığı nedeniyle süt ışıkta bırakılmamalıdır, günlük ihtiyaç sütle bol bol karşılanabilir. Sütteki B6 vitamini (0,17-1,9 mg) sütün pastörize edilmesiyle yok olmaz, sterilize edilmesiyle yok olur. Sütteki B6 vitamini günlük ihtiyacın %10-20′sidir. B12 vitamini (2-7 mg) sütteki kobalt oranına bağlı olarak değişir. Pastörize edilirken kaybolmaz, sterilize edilirken kaybolur. Günlük ihtiyacın %10-15′ini karşılar.

Biotin miktarı bağımsız olarak 10-70 ug’dır. Bu günlük ihtiyacın %18′idir.

C vitamini miktarı 5-30 mg’dır. Süt sterilize edildiğinde tümü, pastörize edildiğinde %20′si kaybolur. Sütün beklediği süreyle doğru orantılı olarak azalır. D vitamininin miktarı ineğin güneşte durma süresiyle doğru orantılıdır. (Ortalama 0,1-2 mg) Kimi ülkelerde süte D vitamini karıştırılır. Süt günlük ihtiyacın %5-20′sini karşılar.

Sütte E vitamini çok azdır. Başlıca alfa tokoferol’den oluşur ve oranı 0,2-2 mg’dır. 100°C’nin üzerinde de dayanıklıdır. Günlük ihtiyacın %10′unu karşılar. Sütteki folik asit bağlı olarak 10-100 mg’dır. Günlük ihtiyacın %10-15′ini karşılar.

K vitaminin izi vardır. 170 mg günlük ihtiyacın %2′sini karşılar.

Niasin 0,3-2 mg’dır. Günlük ihtiyacın en çok %6′sım karşılar.

Pantotenik asit, bağlı ve bağımsız olarak 2,6-4,9 mg’dır. Günlük ihtiyacın %20-30′unu karşılar. 1 litre inek sütünde ortalama 7,3 mg, insan sütünde ise 2 mg mineral vardır. Bazı mineraller mevsimlere göre dalgalanmalar gösterir. 1 litre sütteki ortalama değerler: P (0,95 g), Ca (1,2 g), Cl (1,03 g), S (0,32 g), Mg (0,12 g) K (1,5 g), Ni (0,47 g). Birçok mineralin de izleri vardır, büyük bir bölümü organik olarak bulunur ve büyük dalgalanmalar gösterir. Kıyılarda otlayan hayvanların sütündeki iyot oranı genellikle daha yüksektir. Günlük mineral ihtiyacının yaklaşık %60′ını karşılar.

İnek sütünde 40′m üzerinde enzim vardır. İnsan sütündeki enzimlerin çoğu inek sütündekilere göre daha çok etkinlik göstermektedir.

Çok az olmakla birlikte hem anne süründe, hem de inek sütünde östrojen, progesteron, kortizol, glikokortikoit, kortikoit ve prolaktin gibi hormonlar bulunur.

Sütte bazı organik asitler de bulunur. Limon asidi süt içerisindeki asitlerin %70′ini oluşturur. İnsan sütünde 0,2-1,5 g arasında değişen miktarlarda noyramin asit, laktik asit, siyalik asit görülür. Nükleik asit, bütün hücreleri tamamlayıcı olarak ribonükleik asit (RNA), desoksiribonükleik asit (DNA) ve nükleotit durumunda görülür. Bu yönden insan ve inek sütü çok farklılık göstermez. Ayrıca sütte çok az oranda süt yağı asidi, sirke asidi, propionik asit ve yağ asidi bulunur. Sütte bulunan retinoit kanseri önleyici bir maddedir, tümörlere karşı da uygulanmaktadır. Retinoit var olan kötü huylu tümör hücrelerini de öldürmektedir.

KONSANTRE SÜT:

Sütün içerisindeki suyun %60-65′inin alçak basınç altında buharlaştırılmasryla elde edilir ve sterilize edilir. Konsantre süt ülkelere göre çeşitli yağ oranlarında pazarlanmaktadır. içerisine A, D ve C vitaminleri karıştırılması önerilmektedir. Su karıştırılarak içilebilir.

SÜTTOZU:

Süt tozu ilk olarak 1872′de pazarlandı. Günümüzde süt çeşitli tekniklerle kurutulmaktadır. İçerisindeki değerler uygulanan tekniğe göre az veya çok değişir. C vitamini kaybı olur, albümin, mineraller, özellikle kalsiyum ve genel olarak B vitaminleri grubu yüksektir. Kurutulurken sterilize edilmediği için mikroplardan arınmış olduğu söylenemez, ancak içerisindeki suyun yok denecek kadar az olması mikropların çoğalmasını önler.

Süt tozu havası alınmış, ışık geçirmez kaplarda, içerisindeki değerleri kaybetmeden bir yıldan çok saklanabilir.

ANNE SÜTÜ:

Anne sütü bebeğin gelişimi için gerekli olan maddeleri içerir ve bebeğe hastalıklara karşı bağışıklık kazandırır.

Anne sütü tüm memelilerde yeni doğmuş yavru için tek gıda maddesidir. Bu insan için de yüzde yüz geçerlidir. Her türün sütündeki protein o türün ihtiyacına göredir. Bu nedenle bebekler ilk 6 ay sadece anne sütüyle beslenmelidir. İnsan sütüne en yakın süt eşek ve at sütüdür.

Şimdiye kadar yapılmış bütün araştırmalar anne sütüyle beslenen bebeklerin, beslenmeyenlere oranla daha iyi geliştiğini ve bağışıklık sistemlerinin daha güçlü olduğunu göstermiştir.

AT SÜTÜ:

At ve eşek sütü insan sütüne en yakın olanlardır. Bazı nedenlerle anne sütü verilemeyen bebeklere genellikle inek, koyun veya keçi sütü verilmektedir. İnek sütündeki yağ oranı insan sütüne yakındır, ancak koyun sütü (%7) çok yağlıdır. At sütündeki yağ oranı ise %1,9 dur. Bebeğin beslenmesinde önemli rol oynayan süt şekeri ise anne sütünden sonra en yüksek oranda at sütünde (%6,2) bulunmaktadır. Anne sütündeki madenlerin oranı (%0,2) diğer sütlere göre çok düşüktür. İnek sütünde bu oran %0,7, koyun sütünde %0,8, at sütünde ise %0,5′dir.

Bebeğin böbrekleri tam olarak gelişmediğinden yüksek orandaki madenler telafisiz su kayıplarına neden olur. At sütünde dikkate değer miktarda demir ve selenyum bulunur. Oldukça yüksek oranda bulunan folik asit, B12 ve C vitamini de at sütüne ayrı bir değer kazandırmaktadır. At sütündeki doymamış yağ asitleri değerleri de anne sütüne yakındır. At sütü içindeki madenler ve oranları yönünden anne sütüne en yakın olan süttür.

Dokularda, organlarda ve sıvılarda (tükürük, sümük, gözyaşı, kan, süt) bulunan lisozim enziminin anne, at ve kediden başka diğer memeli hayvanların sütlerinde ancak izi vardır. Lisozim enzimi hücre duvarlarını gram-pozitif bakterilere karşı korur ve bağışıklık sistemini uyarır. Anne sütündeki lisozim enzimi erken ve yeni doğan bebekleri çeşitli enfeksiyonlara karşı korur.

İnek, koyun ve keçi sütlerine alerji gösteren bebek, çocuk ve yetişkinlerin çoğu at sütüne alerji göstermemektedir. At ancak tayım emzirdiği sürece sağılabil-mektedir. Tayını emzirmeyen kısrağın sütü birkaç gün içinde kesilmektedir. “Kısrak yavruladıktan 1 ay sonra genellikle otomatik süt sağma makineleriyle sağılır. Tayın normal gelişebilmesi için günde 10 litre süte ihtiyacı vardır. Bir kısrak ise günde yaklaşık 15 litre süt verir.

At sütünde %91,5 su, %1,25 yağ, %2,13 albümin, %0,75 albümin ve globülin, %l,40 kazein, %6,26 süt şekeri, %0,38 kül, madenler, maden izleri, vitaminler (A, B, C, Bı, Bö, B12), fermentler (peroksidaz, fosfataz, dias-taz,katalaz, lipaz), %0,175 limon asidi bulunmaktadır. At sütünden yağ metabolizması ve kronik karaciğer hastalıklarında yararlanılmakta ve çok iyi sonuçlar alındığı ileri sürülmektedir.

Kısa Bilgiler:Süt ağır bir gıda maddesi değildir. Midenin sütü kabul etmemesi çoğunlukla nasıl içildiğine bağlıdır. Sütü farklı şekillerde içmeyi denemek gerekir: soğuk, sıcak, şekerli, şekersiz, kakaolu, kahveli, ballı, vb. Sütü yudum yudum, yavaş içmekte yarar vardır. Bütün denemelere rağmen süt hala rahatsızlık yapıyorsa, süte karşı alerji olasılığını düşünmek gerekir. Bu durumun psikolojik alerji de dahil olmak üzere birçok nedeni olabilir, iyice araştırılması gerekir.

Bazı insanlar sütü sindiremediğinden gaz, şişkinliği veya ishal şikâyetleri olur. Bazı durumlarda bu insanlarda süt, sancılı kramplara bile neden olur. Bu rahatsızlıklar bu insanların bağırsaklarındaki laktaz enziminin eksikliğinden kaynaklanır. Bu durumda enzim terkipleri yardımcı olur. Bu insanlarda genellikle yoğurt ve peynir gibi mayalanmış süt ürünleri rahatsızlık yapmaz.

Bebeğin dişlerinin oluşmasında anne karnındayken aldığı fosforun ve kalsiyumun etkisi büyüktür. Bu nedenle hamile kadınlara süt içmeleri önerilmektedir. Süt içemeyenler kefir içmeli veya yoğurt yemelidir.

Süt halk arasında çeşitli iltihaplı deri döküntülerinde ve çıbanlarda pansuman olarak kullanmaktadır. Laktozun çok az bir oranının bağırsakların başlangıç bölümünde sentez edilmesi, buradaki yararlı mikropların çoğalmasını destekler. Bu da sütün pekliği önlemesini sağlar.

Süt, yoğurt ve kefir içerdikleri kalsiyum nedeniyle osteoporoza karşı çok iyi bir koruyucudur. Karaciğer süt ve süt ürünlerini çok kolay değerlendirir, bu nedenle sarılıkta hastaya yoğurt, kefir, tuzsuz beyaz peynir, lor, çökelek gibi sütten yapılmış yiyecekler verilir.

Süt ve süt ürünleriyle antibiyotik alınmamalıdır. Süt ve sütten yapılmış ürünler antibiyotik alındıktan yaklaşık 3 saat sonra tüketilmelidir. Birçok antibiyotik (özellikle tetrasiklin) süt veya süt ürünleriyle etkileşerek bağırsakta erimeyen kelat oluşturur. Bu da antibiyotiğin büyük bir bölümünün bağırsakta emilmeden atılmasına ve antibiyotiğin beklenen etkiyi göstermemesine neden olmaktadır. Tedavi bittikten sonra bol süt, kefir içmek veya yoğurt yemek yerinde olur.

%3,5′luk yağlı 500 gr süt, günlük enerji ihtiyacının %11′ini sağlar. Ayrıca her yaştaki çocuk için değerli bir gıda maddesidir. Okula gitmeyen çocuklara günde 1/4 litre, okul çağındaki çocuklara ise, 1/2 litre süt verilmesi önerilmektedir. Çocuklarda, okul çağındaki çocuklarda ve gençlerde %3,5 yağ oranı uygun kabul edilmektedir. Uykusuzluk için yatmadan önce, içine 1 çay kaşığı bal karıştırmış ılık süt içilebilir. Soğuk algınlıklarında 1 su bardağı sıcak süte 1 tatlı kaşığı bal karıştırılıp içilir.

REÇETELER

Kansızlık l:

1 su bardağına 1 yumurta sarısı, 1 yemek kaşığı bal ve üzerine bardak doluncaya kadar süt konur, çok iyi karıştırılır. Sabahları aç karnına içilir.

Kansızlık 2:

Süt 50 mi

Yoğurt 50 mi

Elma suyu 50 mi

Havuç suyu 50 mi

Portakal suyu 50 mi

Bal 50 mi

Yumurta sarısı 1 adet

Peynir tuzsuz 100 g

Karışım çok iyi karıştırılır. Bekletmeden içilir. Karışıma başka meyve suları da karıştırılabilir.

Kaşıntı, Kuru Deri:

Zeytinyağı 50 mi

Süt 250 mi

250 mi süt ve 10 mi zeytinyağı karıştırılır. Karışım banyo suyuna karıştırılarak 10 dk banyo yapılır.

SÜT ÜRÜNLERİ KEFİR:

Kefirin ne zamandan beri tanındığı bilinmemektedir, ancak Asya’da çok uzun süredir kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Kafkasya’da insanların yüz yıldan çok yaşamalarına yoğurt ve kefir yemelerinin neden olduğu ileri sürülmektedir. Bir Tatar efsanesine göre kefir Allah’ın bir hediyesidir, kefir mayası insanların açlık çekmemesi için gökten inmiştir. Kımızın adını dünyaya kefirden önce duyurmasının ve tıbbi olarak kullanılmaya başlanmasının nedeni Osetlerin kefir mayasını ve üretimini kimseye açıklamamaları, bu sırrı kendilerine saklamalarıdır.

Kefirin tarifi Osetler için kutsaldı. 1866 yılında bir Rus bilim insanı Osetlerden bir parça kefir almayı başardı, kefirle ilgili bir rapor hazırlayarak Kafkas Tıp Derneğine gönderdi. Kefir, kefir mayasıyla ilgili ilk açıklama yayımlandıktan on yıl sonra hekimlerin ilgisini çekti. Birçok hekim kefiri mide, bağırsak ve akciğer hastalıklarının tedavisinde başarıyla uygulamaya başladı. 1881 yılında Ukrayna’da Karadeniz kıyısında bir liman şehri olan Yalta’da ilk kefir sanatoryumu kuruldu.

Burada midesinden ve akciğerinden hasta olanlar tedavi edilmeye başlandı. Yalta kefir sanatoryumunda elde edilen büyük başarı nedeniyle Rusya’da bir çok kefir sanatoryumu daha açıldı. Kefir Rusya’dan sonra süratle doğuya ve batıya yayıldı. Ancak yapılan yanlış propagandalar ve tanıtımlar sonucu insanlar kefirden harikalar bekledi, kefiri uzun yaşama ve sağlık garantisi olarak gördüler. Ancak kefirin harikası Oset halkının kefirle birlikte yaşama felsefesinde yatıyordu: onlar az et yiyor ve çok hareket ediyordu.

1930′lu yıllarda kefir endüstriyel olarak üretilmeye başlandı. Şeker, su, limon suyu ve kuru incir karışımından yapılan içeceğe de kefir denmektedir, içinde birayla aynı oranda alkol vardır. Kefir karbondioksitli ve hafif alkollü bir içecektir. İçerisinde yaklaşık %0,5-l laktik asit ve %0,2-0,8 alkol vardır. Piyasada satılan kefirde alkol oranı çok düşüktür (%0,002-0,05). Mayalanma kefir tanecikleriyle olur. Ülkemizde bu taneciklere peygamber darısı denir.

Birçok mikroorganizmanın süt içerisinde beslenip çoğalmasıyla süt kefire dönüşür. Kefirde bağımsız aminoasit oram süte göre daha yüksektir. Limon asidinin tamamı sentez edildiğinden yoktur. Benzo asit ise kg’da 30 mg’a kadar yükselir. Pantotenik asit ve Bı, B2, B12 vitaminleri de süte göre fazladır. İçerisindeki CO2 serinlik verir, iştah açıcıdır, albüminin sindirilmesini destekler ve kefirin içindeki alkolün kana karışmasını sağlar. Kefirdeki alkol oranı çok düşük olduğundan herhangi bir etkisi yoktur.

100 g kefirde 0,04-0,12 mg A vitamini, 0,2-0,06 mg karotenoid, D vitamini, folik asit, niasin, pridoksin, riboflavin, tiamin, demir, iyot, kalsiyum. Diğer süt ürünleri gibi kefirin içinde de çok değerli proteinler vardır.

Hava geçirmeyen cam bir kaba kefir tanecikleri (mantarı) ve kaynatılıp 20°C’ye kadar soğutulmuş taze veya 20°C’ye ısıtılmış pastörize inek sütü konur. Sütün üzerinde oluşan kaymak alınır. Hava geçirmeyen kap oda sıcaklığında, ışık almayan bir yerde, en az 12 en çok 40 saat dinlendirilir. 1 litre süte 4 ceviz büyüklüğünde kefir mantarı konur. Sıcak kefirin oluşması süratlendirir. Mayalanma 20°C’nin üzerinde süratlenir, altında yavaşlar.

Kefirin koyuluğu, dinlenme süresiyle orantılıdır. Koyulaştıkça etkisi de değişir. Örneğin 36-40 saatlik kefir pekliğe neden olur, 12 saatlik kefir ise sürücüdür. İstenilen dinlenme süresinin sonunda kap iyice çalkalanır, süzülür. Madeni süzgeç kullanılmamalıdır.

Süzülerek içinden kefir taneleri alman kefir buzdolabında saklanabilir. Kefir taneleri kuru olarak, ağzı hava geçirmeyecek biçimde sıkıca kapanabilen cam kaplarda, ışıktan korunarak, oda sıcaklığında en çok 48 saat saklanabilir. Kefir taneleri su çıkarıp yüzmeye başlarsa bozulmuştur, kullanılmaz. Kefir taneleri haftada bir ılık suyla yıkanmalıdır. Taneler 3-4 haftada çoğalarak iki katına çıkar.

Kefir kuru kefir mayasıyla da yapılabilir. Bu durumda kefir mayasından 10-15 kere yararlanılabilir.

Kısa Açıklamalar:

• Kefir bazı ilaçlarla, özellikle antibiyotiklerle kullanılmaz. Örneğin sinoksasin, siprofloksasin, enoksa-sin, fleroksasin, nalidiksik asit, norfloksasin, pefloksasin, ofloksasin, pipmit asit, tetrasiklin, demeklosiklin, doksisiklin, metasiklin, minosiklin, oksitetrasik-lin, florit, bifosfonat, etidron asit, parmirdon asit, tiludron asit. Bu ilaçları aldıktan 2 saat sonra veya ilaçları almadan 2 saat önce kefir içilebilir. Antibiyotik alındığı sürece günde 2 bardaktan fazla kefir içilmemelidir.

Tedaviden sonra 2-3 hafta boyunca bağırsaklardaki faydalı mikropların çoğalarak denge sağlamaları için günde 3 bardak kefir içilmelidir. Kefirde yüksek oranda bulunan K vitamini kanın pıhtılaşmasına neden olduğundan kalp ve kan dolaşımı hastalarının kefir içmemeleri doğru olur. Bu durumda günde en çok 1 su bardağı kefir içilebilir.

• Küçük yaşlarda kefir içmeye başlayan Kafkas halkı arasında verem ve kanser görülmediği de ileri sürülmektedir. Kefir yalnız gıda maddesi olarak değil, astım, bronşitli nezle, böbrek iltihapları, sarılık, safra kesesi tıkanıklığı, sinir bozuklukları, skleroz, yüksek tansiyon, peklik gibi birçok hastalığa karşı ilaç olarak da kullanılır.

Rusya’da kefir akciğer hastalıklarında, nekahet döneminde, kadın hastalıklarında, kansızlıkta, sindirim organları hastalıklarında, raşitizmde ve ödemde uygulamaktadır.

Kefirin içindeki süt asidi bakterileri, bağışıklık sistemini uyararak vücudun kansere karşı direncini artırır. Kefirdeki polisakkarit ise kandaki kolesterol oranını düşürür ve vücudun zehirleri atmasına yardımcı olur. Bu nedenle çok sigara içenlerin ve şeker hastalarının bol bol kefir içmeleri önerilmektedir. Kefirle yapılan tedavilerde kronik ishaller, gastrit ve ülser, bağırsak iltihapları, kansızlıkta başarılı olunmuştur. Tedavi maddesi olarak kefirin en büyük destekleyicilerinden biri Rus bilim insanlarından Nobel ödüllü Elie Metchnikof’tur.

• Bronşitli nezle olanlar hastalık geçinceye kadar astımlı olanlar ise tüm yaşamları boyunca 1 litre kefiri tüm güne bölerek içmelidir.

• Enfeksiyonlu hastalıklarda günde 1 litre içilmelidir.

• Uykusuzluk ve kronik depresyon için düzenli olarak, her gün 1 litre kefir tüm güne bölünerek içilmelidir.

• Süt içtiklerinde mide ağrısı, gaz ve ishalden şikâyetçi olanlara kefir içmeleri önerilmektedir.

• Deri döküntüleri ve egzama geçinceye kadar her gün 0,5-1 litre kefir içilir. Döküntülü, ekzamalı yer üzerine masaj yapılarak kefir sürülür ve kurumaya bırakılır. Gece yatarken yıkamamalıdır. Döküntülü veya ekzamalı yer sabah kefirle temizlenir, yeniden sürülür. Yüz sabahları kefirle temizlendikten sonra yıkanmadan, kuru bir bezle hafifçe temizlenir.

• Karaciğer ve safra kesesi sorunları için günde 0,5 litre, 12 saat dinlendirilmiş kefir içilir. Safra kesesi hastalıklarında süt ve kaymak zararlıdır, ancak kefir tedavi edicidir.

• Ülser için sabahları 1 su bardağı, geri kalanı öğle ve akşam yemeklerinde olmak üzere günde 1 litre kefir içilir.

• Kansızlık geçinceye kadar 1 litre kefir, eşit aralıklarla tüm güne bölünerek içilir.

• Skleroz için günde 1 litre kefir içilmesi önerilmektedir.

• Peklik çekenler günde 1 litre, 12 saatlik, normale döndükten sonra 24 saatlik kefir içmelidir.

• Yüksek veya düşük tansiyon için en az 2 ay boyunca, günde 0,5 litre kefir içilir.

KIMIZ:

Tarih boyunca tüm Türk boylarının en önemli içeceği olmuştur. Günümüzde de Asya’nın birçok yerinde içilmektedir.

Süt laktobasil ve saccharomyces mayası etkisiyle kımıza dönüşür. Genellikle at ve koyun sütünden yapılır. İçerisinde %1 alkol, %1,9 yağ, %2,2 albümin ve %2,1 laktoz vardır.

Rusya’da kımızın özellikle verem mikroplarına karşı antibiyotik etki gösterdiği ileri sürülmektedir. Verem hastalığında, özellikle başlangıç aşamasında tedaviye paralel olarak uygulanmaktadır. At sütünün ve kımızın içinde çok ince olarak yayılmış albümin, kolay sindirilen yağlar, B vitaminleri, kalınbağırsaktaki yararlı mikropları destekleyen laktoz, mikroplara karşı güçlü koruyucu lizozim, özellikle amilazın üretimini kolaylaştıran otoliklipid bulunmaktadır. Kımız özellikle sindirim organları için çok yararlıdır.

Kımız Avrupa’ya ilk olarak 1253 yılında Tataristan’a seyahat eden Fransız bir keşiş tarafından tanıtılmıştır. Avrupalı doktorlar kımızı tanıdıktan sonra ilk kımız sanatoryumunu 1858 tarihinde kurdular. 1959 yılında ise askerler için ilk kımız hastanesi kuruldu. Kefirin tanınmasından sonra kımız arka planda kalmaya başladı.

PEYNİR:

Yağ oranı yönünden çok değişiklik gösterir, bazı çeşitlerinde bu oranın %50′nin üzerine çıktığı görülür. Peynirde yüksek değerli biyolojik albümin vardır. Bu yönden esansiyel aminoasit ihtiyacının karşılanmasında önemli bir yer tutar. Olgunlaşma süresi çeşitli olduğundan albüminin yığılımı da değişiklik gösterir. İçerisindeki albümin ve bağımsız aminoasitler mide sularının artmasını sağladığından peynir sindirimi kolaylaştırır.

Olgunlaşma süresinde bağımsız aminoasitten amin oluşur. Peynirde histamin, tiramin, triptamin, putresin, kadaverin ve fenetilamin bulunmuştur. Peynir ve diğer gıda maddelerindeki amin çok çabuk değişime uğrayarak sindirildiğinden insan sağlığı için sakıncası yoktur.

İçindeki Bazı Maddeler: Peynirin içerisindeki toplam mineral oranı en yüksek %6′dır, bu oran çeşide göre değişir. 1 kg peynirde 0,3-12 mg demir, 0,05-1 mg iyot, 0,3-1,85 mg sodyum, 0,1-0,7 mg magnezyum, 0,8-3,8 mg potasyum vardır. Kalsiyum ve fosfor oranı peynirdeki tuza bağlıdır. Peynirdeki laktoz ve karbonhidrat oranı çok düşüktür.

Yağda eriyen vitaminlerin oranı peynirin yağ oranına göre değişir. Suda eriyen vitaminler de doğal olarak bu oranla değişir. Özellikle B vitaminleri kompleksi ihtiyaca cevap verebilir.

Peynirdeki tüm değerler çok değişkendir. Bu değerleri peynirin yapıldığı sütün çeşidi, içerisine karıştırılan mayalar, olgunlaşmayı sağlayan mikroorganizmalar, depolama, dinlendirme süresi, yağlılık derecesi gibi faktörler etkiler.

Kısa Açıklamalar:

Araştırmalar peynirin kariese (diş dokusunun tahribi) karşı koruyucu olduğunu göstermiştir.

PEYNİR SUYU: Peynir suyu peynir mayalandıktan sonra kalan yeşilimsi sarı sıvıdır. Süt serumu olarak da adlandırılır.

Peynir suyu Hippokrates’den beri birçok hastalığın tedavisinde uygulanmaktadır. Hippokrates peynir suyunun vücudu toksinlerden temizleme, kan dolaşımını harekete geçirme, vücuda yeniden hayat verme ve ayrıca bağırsakların rahatça boşalmasını sağlayarak sindirime yardımcı olma özelliklerinden söz etmiştir. Galen, Napoli yakınlarında kurduğu bir kür merkezinde peynir suyu kürüyle hastalarım tedavi etmiştir. 18. yy’da Freiburg ve Basel üniversitelerinin peynir suyunun tedavi gücü ile ilgili yayınlar yapması üzerine Almanya, Avusturya ve İsviçre’de peynir suyuyla tedavi yapılan birçok kür merkezi açılmıştır. Ancak o dönemdeki en büyük sorun peynir suyunun 2-3 saat içinde bozulmasıydı.

19. yy’da peynir suyuyla kür şöyle yapılmaktaydı: Sabahın erken saatlerinde aç karnına sonra 0,25 litre peynir suyu içilirdi. Sabahlan 15′er dakika arayla 2 kere 0.25 litre peynir suyu içmekle başlayan kür, peynir suyu her gün yavaş yavaş artırılarak günde 3 litreye kadar çıkarıldıktan sonra, yine günde 0,25 litre azaltılarak başlama miktarına dönülünce biterdi. Peynir suyunu özellikle sporcular canlandırıcı ve enerji verici madde olarak kullanır. Ekşimsi tadıyla susuzluğu süratle giderir.

İçinde yağ ve kazein olmadığından sindirimi kolaydır. Ayrıca içindeki mineraller, mineral izleri, süt şekeri ve yüksek değerli albümin nedeniyle vücuda hızla enerji sağlar. Peynir suyu bağışıklık sistemini güçlendirir, bağırsakların boşalmasını sağlayarak sindirimi destekler, böbrekleri uyarır, karaciğeri harekete geçirir, deride kanlanmayı artırarak selülitin azalmasını sağlar, tansiyonu düşürür, kan dolaşımını ve midedeki asidi dengeler, osteoporozu, gut hastalığını, eklem hastalıklarını önler, safra kesesini uyararak salgısını artırır. Peynir suyu peynir oluşurken, labenzim tarafından sütteki yağdan ve kazeinden ayrıştırılır. Avrupa’da piyasada ekşi, filtrelenmiş, teknik ve tatlı peynir suyu çeşitleri vardır.

Ekşi peynir suyunda yüksek oranda süt asidi vardır. Sütün, süt asidi üreten mikroorganizmalarla peynire dönüştürülmesi sonucu oluşan artık sıvıdır. Filtrelenmiş peynir suyu, elde edilmiş peynir suyundan albümin filtrelenerek elde edilir. Tatlı peynir suyunun içinde süt asidi yok denecek kadar azdır. Sütün sadece labenzimle peynire dönüşmesi sonucu oluşan artık sıvıdır. Teknik peynir suyu, sütün karınca asidi, limon asidi, süt asidi gibi organik asitlerle peynire dönüşmesi sonucu oluşan artık sıvıdır.

İçindeki Maddeler: Albümin, globulin, süt asidi, B2, B12, C ve D vitaminleri, mineraller ve mineral izleri (bakır, demir, çinko, kalsiyum, magnezyum, potasyum), orotik asit.

Peynir suyu kalsiyum yönünden çok zengindir. 1 litre peynir suyunda 700 mg kalsiyum bulunur. Peynir suyunda %4,5 oranında süt şekeri vardır. Süt şekeri bağırsakta glikoz ve galaktoza dönüşür. Bir miktar süt şekeri de süt asidine dönüşür. Peynir suyu süt asidi ve enzimler yönünden çok zengindir, bu nedenle doğal antibiyotiktir. Peynir suyundaki süt asidi bağırsaklardaki ph değerinin düşük kalmasını sağlayarak tüm zararlı mikropları ve mantarları öldürür, bağırsak sinirlerini uyararak bağırsak kaslarının düzenli çalışmasını sağlar. Bu da sindirimi destekler.

Peynir suyu albümin yönünden fakirdir. Protein miktarı %0,5 ile %1 arasında değişmektedir. Ancak yüksek kaliteli bu proteine vücudun çok küçük ölçüde ihtiyacı vardır. Peynir suyunda bulunan albümin kimyasal bakımdan insan kanma çok yakın olduğundan vücut tarafından çok iyi değerlendirilir. Peynir suyundaki orotik asit (B13 vitamini) 1905 yılında bulunmuştur. Orotik asit hücre çekirdek zarı yapısının vazgeçilmez maddesidir, DNA ve RNA metabolizması için kesinlikle gereklidir. Hücrenin yenilenmesini ve albüminin sentezini sağlar. Ayrıca karaciğer fonksiyonlarını ve kolesterolü olumlu olarak etkiler.

Peynir suyu, içindeki asit nedeniyle doğal bir antiseptiktir. Enfeksiyonlu boğaz ağrıları ve solunum yolları enfeksiyonlarında iyi bir ilaçtır. Bağırsaklardaki gaz şişkin ligi, peklik, kronik bağırsak iltihabı ve kalınbağırsak iltihaplarında (kolit), her gün yemekte 1 çay-yemek kaşığı peynir suyu suya karıştırılarak içilmelidir.

Peynir suyuyla cilt bakımı yapılırsa sivilceler temizlenir, cilt yumuşaklık ve parlaklık kazanır. Örneğin 5 adet limonun suyu, 10 mi limon yağı ve 2 litre peynir suyu 36°C banyo suyuna karıştırılır. Banyoda 15-20 dakika yatılır.

TEREYAĞI: Birçok ülkede tereyağındaki yağ-su oranı yasalarla düzenlenmiştir. Tereyağında yağda eriyen vitaminler çok yüksek oranda bulunur. İneğin yemindeki A ve E vitamini tereyağındaki A ve E vitaminini etkiler. Yazın A ve E vitamini oranı daha yüksektir. Tereyağında bulunan alfa-tokoferol oksidas-yonu önlediğinden A vitamini değerinden kaybetmez.

Aramasında birçok madde etkili olur. Depolama süresi boyunca bu maddelerde olabilen değişiklikler aromasının ve renginin değişmesine neden olur. Oksidasyon nedeniyle tadı bozulabilir, bu nedenle ışıktan korunması gerekir. İçyağı ve tereyağı ışığa bitkisel yağlardan daha duyarlıdır. Tereyağı 25°C de, içerisine oksidasyona karşı askorbil palmitat karıştırılarak, kalite kaybına uğramadan bir yıldan uzun süre depolanabilir. İçerisindeki su alındıktan sonra vakum altında paketlenirse 15°C de, 2,5 yıldan çok depolanabilir.

İçindeki Bazı Maddeler: 1 kg tereyağında 7 g albümin, 7 g karbonhidrat, 1,2 g mineral, 6,8 g A vitamini, 5,8 g karoten, 0,06 mg Bı, 0,19 mg B2, 0,04 mg B6 vitamini, 0,5 mg niasin, 2,3 mg pantotenik asit, 10 ug D vitamini, 28 mg E vitamini, 0,6 mg K vitamini vardır.

YOĞURT: Türkler yoğurdu yüzyıllardır tanımaktadır. Yoğurt sözcüğü yau ve urt sözcüklerinden kökenle-nir ve öz Türkçedir. Yoğurt Avrupa’da yoğurt adıyla 19. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. İnce torbalara

konan yoğurt süzülüp kuruyuncaya kadar asılır. Yemek istenildiğinde sulandırılır.

Ülkemizde yoğurt hala çoğunlukla evlerde yapılmaktadır. Kaynatılıp 18-20°C ye kadar soğutulan veya 18-20°C’ye kadar ısıtılan pastörize süte 1-2 yemek kaşığı yoğurt katılır, sıcak bir yerde 8-10 saat dinlendirilir, lactobasillus bulgaris ve streptecoccus ther-mophilus bakterileri sütü yoğurda dönüştürür. İçindeki Bazı Maddeler: Süt ve yoğurt arasında çok az bir farklılık vardır.

1 kg yoğurtta 33 g albümin, 40 g karbonhidrat, 8 g mineral, 0,30 g A vitamini, 0,15 mg karoten, 0,40 g Bı, 0,5 mg B6, 3 ug B12 vitamini, 1,4 mg niasin, 3,8 mg pantotenik asit, 3 mg biotin, 10 mg C vitamini, 1,8 mg E vitamini, 8 g süt asidi vardır.

Yoğurttaki süt asidi, laktoz, D vitamini ve kalsiyum birleşimi, kalsiyumun en yüksek oranda emilimini sağlar. Bu nedenle yoğurt yaşlılar, büyümekte olan çocuklar, gelişmekte olan gençler ve hamile kadınlar için önemli kalsiyum kaynağıdır. Mayalanma nedeniyle yoğurtta laktoz, limon asidi ve üre azalır, bağımsız aminoasit çoğalır. Yoğurt ve kefirdeki albümini mikroorganizmalar, bağımsız aminoasitle peptide dönüşür ve emilimi kolaylaşır. Aynı miktardaki sütün sindirimi için yoğurdun iki katı süre gerekmektedir.

Yoğurt ve kefirdeki protein insan sütündekine yakındır ve sindirimi kolaydır. Bu nedenle emzikli bebekler ve yaşlılar için çok uygun bir gıdadır. Yoğurt ve kefir kısmen antibakteriyel etki gösterir. Kimi laktobasil çeşitleri antibiyotik etkili maddeler üretir. Bunlar patojen mikroorganizmaların çoğalmasını engeller. İshalli çocuklara yoğurt verildiğinde olumlu sonuçlar alınmaktadır.

Mide asit bozukluklarında, enterit ve kolitin çeşitli türlerinde kefirle yoğurt çok önemli gıdalardır. Her gün 300-400 g yoğurt yenmelidir.

Dikkat: Türkiye’de halk arasında balığın yoğurtla yenmeyeceği inancı yaygındır. Bu tamamen yanlıştır, hiçbir tıbbi dayanağı yoktur.

SÜTÜN TARİHÇESİ

Süt sayısız yararları nedeniyle insan beslenmesinde-ki en önemli gıda maddelerindendir. Hippokrates ve Plinius insan ve bazı hayvanların sütünü ateş, astım, öksürük, iltihaplanma gibi birçok hastalığa karşı kullanmıştır. Plinius dalak hastalıklarına karşı üç gün süt içmeyi önermektedir. Tarihte özel prevantoryum ve sanatoryumlarda inek sütü kürleriyle tedaviler yapılmıştır. Arı sokması, yılan ı-sırığı, zehirlenmeler, ağızdaki yaralar, kolik, mide ağrıları, uykusuzluk vb. rahatsızlıklara karşı kullanılmıştır. Ayrıca faydalı bitkiler sütle yıkanmış, içlerindeki droglardan yararlanabilmek için süte yatırılmıştır.

Romalılar ve Yunanlılar inek, keçi, koyun ve eşek sütünden yararlanıyordu. Romalılar borçlarını ve cezalarını sütle öder, ayrıca sütü ilaç ve güzellik maddesi olarak da kullanırdı. Neron’un eşi Poppea’ran güzelleşmek için eşek sütünde banyo yaptığı bilinmektedir. Marco Polo seyahatnamesinde Moğol hanlarının yazlık saraylarında kar gibi beyaz binlerce kısrak beslediklerini, kısrakların sütünü sadece Cengiz Han’ın ailesinin ve yakınlarının içebildiğim yazmıştır.

Tatarlar inek veya koyun sütünden yapılan hafif alkollü kefir içiyordu. Marco Polo Tatarların sütten yaptıkları bir içkiyi içtiklerini, tadının beyaz şaraba yakın olduğunu yazmaktadır. Kırgızlar, Moğollar ve birçok Türk boyu, at, deve veya keçi sütünden kımız adlı içkiyi yapıyordu. Göçebe Araplar deve sütünden kanyağa benzer bir içki yapmaktadır. Süt din kitaplarında da yer almıştır. Sütle ilgili eldeki en eski resim Mezopotamyada kurulmuş olan Ur medeniyetine ait, MÖ 3000 yılında yapılmış bir rölyeftir.
14:36 | 1 yorum

Sirke, Sirkenin Yaydaları Yararları Kullanıldığı Yerler

SİRKE

Üçüncü sirke üretme yöntemi ise bakteri kültürüyle sirke üretme yöntemidir.

Sirke sentetik olarak da elde edilmektedir. Bu durumda petrokimya ürünü olan asetilenden yararlanılmaktadır. Asit aldehitin katelik oksidasyonu yöntemiyle sirke asidi üretilmektedir. Kimyasal olarak elde edilen bu saf sirke asidi, %60-80 arasında inceltilerek temizleme maddesi olarak kullanılmaktadır.

Ancak bu eriyik yakıcı, tahrip ve tahriş edicidir. Bu sirke asidinin içindeki asit oranı, içme suyuyla karıştırılıp %6-15 arasında inceltilerek gıda endüstrisinde sebze ve balık konservelemekte kullanılır. Sirke günümüzde, eskiden olduğu gibi yiyeceklere tat verici, temizlik maddesi ve ilaç olarak kullanılmaktadır.

Alman asıllı Britanyalı biyokimyager Hans Adolf Krebs’in birçok canlı organizmanın vücudunda sirke ürettiğini bulması 1953 yılında ona Nobel tıp ödülünü kazandırdı. Krebs vücutta oluşan hemen hemen tüm fonksiyonlarda ara madde olarak sirke açığa çıktığını ispat etti.

EVDE SİRKE ÜRETME YÖNTEMİ:

Evde sirke yapabilmek için önce 100 mi sirke anası (Acetobakter Rancens) temin etmek gerekmektedir. Sirke yapmak için en uygun şişe 5 veya 10 litrelik karnı geniş cam damacanadır.

Sirke şaraptan, üzüm suyundan veya herhangi bir meyveden üretilebilir. Sirke üretilirken dikkat edilecek nokta, üzümün veya şarabın kükürtlü olmamasıdır. Kükürt sirke oluşumunu olumsuz etkiler. Sirkeyi meyvelerden, üzümden veya şaraptan üretirken uygulanacak yöntem hep aynıdır. Sirke yapımında kullanılan meyve veya üzümün kaliteli olmasına dikkat edilmelidir. Kalitesiz ve çürük meyvelerden yapılan sirke sağlığa zararlıdır.

Sadece kaliteli ve organik yöntemle elde edilen sirke ilaç olarak uygulanabilir. Olgun ve kaliteli meyveler iyice yıkandıktan sonra, varsa çekirdekleri ayıklanır ve ezilir. Ezilen meyveler sularıyla birlikte, 5 litrelik damacananın en şişkin yerine gelinceye kadar doldurulur. 100 mi sirke anası, 50 mi saf veya kaynatılmış suyla karıştırılarak ezilmiş meyvelerin bulunduğu damacanaya eklenir.

Damacananın ağzı, böcek ve yabancı maddelerin girmemesi, ama hava alabilmesi için ince bir tülbentle kapatılır. Damacananın her gün hafifçe sallanması sirkenin oluşumunu hızlandırır. Sirkenin oluşması için en ideal sıcaklık 22-30°C arasıdır. Bu ısıyı sağlamak yazın sorun değildir, ancak kışın damacananın ısısının kontrol edilmesi gereklidir. Sirkeyi yapan bakteriler 30°C üzerinde ölür. 22°C’nin altında ise sirkeleşme çok yavaşlar. Yaklaşık 6-8 gün sonra damacanadaki sıvı kontrol edilmeye başlanmalıdır.

Sıvının renginin bulanması, içinde ufak beyaz parçaların yüzmesi, ara sıra sirke anasının yukarı çıkması sirkenin oluştuğunu gösteren işaretlerdir. Eğer damacanadaki sıvı tat bakımından arzu edilen ekşiliğe ulaşmış ve güzel bir aroma kazanmışsa sirke hazır demektir. Elde edilen sirke bir tülbentten süzülerek şişelere doldurulur ve ağzı mantarlanarak serin yerlerde saklanır. Not: Tekrar sirke yapabilmek için, elde edilen sirkenin 100 mil’si bir şişeye konup ağzı sıkıca kapatıldıktan sonra 10°C’nin altında buzdolabında saklanabilir.

SİRKENİN UYGULANMA BİÇİMLERİ:

Sirkeden banyo, inhaîasyon, gargara, lavman, pansuman veya kompres olarak yararlanılır.

Banyo: Banyo suyunun sıcaklığı 39°C’den fazla olmamalıdır. Boy banyosu için suya yaklaşık 250-300 mi sirke karıştırmak yeterlidir. Banyoda 20 dakikadan daha çok kalınmamalıdır. Banyodan sonra derideki kan dolaşımını artırmak için soğuk duş yapmalıdır.

Sirke banyosu yapmadan en az bir gün önce keselenilirse deriden vücuda daha fazla faydalı maddenin girmesi sağlanmış olur. Sirke banyosu haftada 2 kereden daha çok yapılmamalıdır. Kalp hastalarının banyo suyu 28-33°C arasında olmalıdır. Banyodaki su, göbeği kapatmamalıdır. Hastalığın durumuna göre banyo süresi 8-20 dakika arasında değişir.

Damar hastaları bacaklarını banyodan dışarı çıkarıp küvetin kenarına koymalıdırlar. Bu şiş bacakların rahatlamasını süratlendirir, ancak banyonun sonuna doğru bacaklar tekrar banyonun içine sokularak ısınması sağlanmalıdır. Banyo suyuna biraz çiğ süt karıştırılarak banyonun cildi besleyici gücü artırılabilir.

İnhalasyon: İnhalasyon yapmak için 2-3 mi sirke 100 mi suya karıştırılır. Eğer etkisi görülmezse, 100 mi suya 4-5 mi sirke karıştırılır. İnhalasyondan genellikle akut durumda yararlanılır.

Dikkat; Alerjisi olanlar faydalı bitkilerden yapılan sirke inhalasyonlarında dikkatli olmalıdır. Çok az sirke inhalasyonu bile alerjiye neden olabilir.

Gargara: 200 mi (1 bardak) suya 20-30 mi sirke karıştırılır. Akut iltihaplı durumlarda gargara olarak buzlu su, ses kısıklığında kaynar su kullanılır. Sirkeli suyla gargara yaptıktan kısa bir süre sonra (10-15 dk) rahatlama veya uyuşma hissedilir. Sirkenin etkisini artırmak için gargaraya bir çay kaşığı bal, bir kahve kaşığı greyfurt çekirdeği yağı, bir çay kaşığı limon suyu karıştırılabilir.

Lavman: Sirke lavmanı, bağırsaklardaki faydalı bakteri dengesini sağlamak için yapılır. Bu yöntemle sirkenin faydalı gücü, doğrudan bağırsaklardaki faydalı bakteriler üzerinde etkisini göstermiş olur. Lavmanın bir doğal tedavi uzmanı tarafından yapılması ve kontrol edilmesi gereklidir. Lavman için 1 litre suya 50 mi sirke karıştırılır.

Pansuman: Sirkeyle soğuk ve sıcak pansuman yapılır. Soğuk sirke pansumanı iltihaplı hastalıklarda, sıcak pansuman ise sıcak isteyen kronik hastalıklarda uygulanır.

Sirke birçok hastalığın tedavisine yardımcı olur ve bazı hastalıkların oluşmasını önleyerek koruyucu rol oynar. Artriti ve artiritin ilerlemesini önlemek için her gün sabah ve akşam 1 çay kaşığı balla 1 çay kaşığı elma sirkesinin 1 bardak suya karıştırılarak içilmesi önerilmektedir. Duruma göre 1 bardak suya 2 çay kaşığı sirke ve 1 çay kaşığı bal karıştırılarak sabah, öğle, akşam olmak üzere günde 3 kere içilebilir. Ancak bu kür en erken üç ay sonra etkisini göstermeye başlar.

Ateş düşürücü olarak bir ölçü sirkeye iki ölçü buzlu su karıştırılır. Bu karışımda ıslatılan pamuklu bantlar hafifçe sıkıldıktan sonra el bileklerine, ayak bileklerine sarılır ve şakaklara kadar uzanacak biçimde alna konur. Isınan sargılar tekrar buzlu sirkeli suda ıslatıldıktan sonra işlem tekrarlanır. Bu yöntemle yüksek ateş kontrol altında tutulur. Aynı amaçla, buzlu sirkede ıslatılıp hafifçe sıkılan kalınca pamuklu çorap hastanın ayağına giydirilir. Sirkeli çorabın üzerine bir de kuru çorap giydirilmelidir. Çorap ısınınca işlem tekrarlanır. Bu yöntemlerle, 40°C’ye kadar olan ateş, hiçbir yan etkisi olmayan doğal bir yöntemle kontrol altında tutulmuş olur.

Gıda zehirlenmelerinden korunmak için düzenli olarak, yemeklerden önce bir yemek kaşığı sirke içilir. Sirke bir bardak su, meyve ve sebze suyu veya balla karıştırılarak içilebilir. Sirke bağırsaklardaki zararlı bakterileri yok eder, böylece kan zehirlenmesi ve enfeksiyon riskini azaltır.

Sirke metabolizmayı uyarır ve iştah açar, tükürük bezlerini uyararak tükürüğün artmasını sağlar, böylece sindirimin ağızda başlamasına yardımcı olur. Ayrıca sirke asidi, yağların ve karbonhidratların parçalanmasını sağlamaktadır. Bu nedenle de insan vücudu tarafından üretilmektedir.Boğaz ağrısını dindirmek, iyileşmeyi hızlandırmak için sirkeli suyla gargara yapılmalıdır.

Gaz şişkinliğine neden olan kuru fasulye, nohut, mercimek gibi yiyeceklere pişerken sirke karıştırılırsa yemek çabuk pişer ve bağırsaklarda gaz oluşmaz. Kaşınan yerler sirkede ıslatılmış bir bezle düzenli aralıklarla silinmelidir.

Solunum zorluklarında el bileklerine sirkede ıslatılmış bant sarılmalıdır.

Dikkat: Osteoporoz hastalarına doktorlar genellikle kalsiyum tableti verir. Kalsiyum tabletinin etkili olabilmesi için en geç yarım saat içinde erimesi gereklidir. Bu tabletleri kontrol etmek için kalsiyum tableti, içinde 100 mi sirke olan bir su bardağında, oda sıcaklığında yarım saat bekletilir. Eğer tablet bu suda çözülmezse vücut tarafından emilmeyeceği anlaşılır. Kalsiyum tableti ı çay kaşığı sirke karıştırılmış suda eritilerek içilirse bağırsaklarda çok daha iyi değerlendirilir.

FAYDALI BİTKİ SİRKESİ ÜRETME:

Bu durumda ana madde olarak şarap kullanmak yararlı olur. Cin, rakı, votka veya tahıldan yapılmış içkilerden de yararlanılabilir. Ancak bu içkilerin içindeki alkol oram çok yüksek olduğundan saf su veya kaynatılmış su karıştırılarak alkol oranı 15°’nin altına düşürülür. Sirke bakterileri 15°’nin üzerindeki alkolle uyum sağlamaz.

Not: Şarabın kükürt oranının düşük olmasına dikkat edilmelidir.

Karnı şiş ağzı çok dar olmayan 5 litrelik bir damacana, 5 litre kaliteli şarap ve faydalı bitki, meyve veya sebze gereklidir.

1 lt. şaraba 50 g faydalı kuru bitki veya 150 g faydalı taze bitki veya 250 g meyve veya sebze karıştırılır. Şarap ve sirkesi yapılmak istenen bitki, sirke yapılacak kaba doldurulmadan önce bir kapta mikserle çok iyi karıştırılmalıdır. 2,5 litre şarap damacanaya doldurulur. Geri kalan şarabın her yarım litresi, 50 g faydalı bitkiyle mikserde çok iyi karıştırıldıktan sonra damacanaya eklenir. (Meyve ve sebzeler önceden ezilerek püre durumuna getirilmeli, faydalı bitkiler de duruma göre ezilmeli veya kıyılmalıdır). Damacanaya yaklaşık 150 mi sirke anası karıştırılır.

Damacanaya daha fazla sirke anası katılırsa sirkenin oluşumu hızlanır, ancak sirkenin oluşumunun uzaması şaraptaki alkolün bitkideki yararlı maddelerin daha fazlasını sirkede çözülmesini sağlayacağından, sirkenin çabuk oluşması tercih edilmez. Sirkenin içindeki yararlı madde oranını artırabilmek için şarabın içindeki alkol oranı artırılabilir. Bunun için damacanaya saf alkol karıştırılabilir. Şarabın içindeki alkolün yüksekliği sirke asidi oranını artırır, %10′luk alkolden %9′luk sirke asidi elde edilir. Ancak bu oran sirkenin tadını bozar.

5 litrelik damacanada, 7-8 gün sonra istenilen sirke oluşur. Damacananın içindeki alkol oranı %1′in altına inince mayalanma otomatik olarak durur. Elde edilen sirke şişelere doldurulur ve ağızları bir tülbentle bağlanarak 3-4 gün, sirkenin olgunlaşması için bekletilir. Bu süre içinde sirke berraklaşır ve ölen bakteriler şişenin tabanında toplanır.

KISA YOLDAN FAYDALI BİTKİ SİRKESİ ÜRETME:

Kısa yoldan faydalı bitki sirkesi üretmek için organik elma veya üzüm sirkesi alınır, %6′lık 1 İt sirkeye 50 g kuru veya 150 g taze faydalı bitki kıyılarak, veya 250 g meyve veya sebze, meyve sıkma makinesinden geçirildikten sonra, elde edilen posanın içine sıkılan sudan da biraz eklenerek karıştırılır.

Karışım elde etmek istediğiniz ölçüdeki sirke miktarına uygun bir şişeye doldurulur. Şişenin ağzı kapatılarak oda sıcaklığında yaklaşık 4 hafta dinlendirilir. Sürenin sonunda istenilen sirke elde edilmiş olur. Bu sirke gargara veya dıştan uygulama için bir kahve filtresinden süzülmelidir.

Bu yöntemle elde edilen sirke, şişenin ağzı açıldıktan sonra 3 ay içinde kullanılmalıdır. Sirke ağzı kapalı şişede 6 ay bozulmadan saklanabilir.

BAZI FAYDALI BİTKİ SİRKELERİ VE ETKİLERİ:

• Adaçayı sirkesi sinir bozukluklarını düzeltir. Çorbaya veya suya karıştırılarak içilir.

• Ananas sirkesi sindirimi sağlayan bezelere olumlu etki yaparak sindirimi kolaylaştırır, içinde yüksek oranda bulunan manganez nedeniyle, kemiklerin kireç oranının yükselmesini sağladığından osteoporoz hastalarına önerilmektedir. Ayrıca hafif idrar söktürücü olup iltihaplanmayı önleyicidir.

• Ardıç üzümü sirkesi güçlü bir mikrop öldürücüdür, içildiğinde epitel dokuyu tahriş ettiğinden çok az kullanılır. İçten ancak bir uzman kontrolünde uygulanmalıdır.

• Armut sirkesinin yapılması zordur. Çok çabuk bozulur. Genellikle armut şarabının içindeki alkol en yüksek dereceye ulaştığında, pastörize edilerek belirli bir ölçüde bozulmaya karşı korunur. Pastörize edilen armut şarabından yapılan armut sirkesi, daha çok mutfaklarda salataların tadını ve aromasını zenginleştirmekte kullanılır.

• Ayva sirkesi yanıkların tedavisinde kullanılır. Ayva zor mayalanır. Ayrıca içinde yüksek oranda bulunan tanen nedeniyle sirke üretmeye pek elverişli değildir.

• Bahçe nanesi sirkesi, mideyi ve sindirim sistemini rahatlatır (bir bardak suya karıştırılan 1 çay kaşığı nane sirkesi). Bağırsak gazlarının oluşmasını da önler. Sıcakta bir bardak suya karıştırılan 1 kahve kaşığı nane sirkesi ferahlatıcıdır.

• Bal sirkesi en az alerjiye neden olan sirkedir. Öksürüğü yumuşatır ve mikrop öldürücüdür.

• Balsamik sirke sirkelerin kralı olarak kabul edilir. Yıllarca ağaç fıçılarda saklanır. Üretiminin zor olması ve üretilirken büyük kayıp vermesi nedeniyle çok pahalıdır. Eskidikçe değeri artar. Balsamik sirke İtalya’da Modena bölgesinde üretilir.

• Bektaşi üzümü sirkesi saçların uzamasına ve cildin sağlıklı kalmasına yardımcı olur. Kan damarlarını ve bağ dokuyu güçlendirir. Vücudu toksinlerden temizler ve solunumu rahatlatır.

• Beyaz şarap sirkesinin sinir iltihaplarında sakinleştirici olduğu ileri sürülmektedir. İdrar yollarındaki iltihaplarda sakinleştirici ve peklik gidericidir.

• Çilek sirkesi bağışıklık sistemini uyarır. Canlılık vericidir. Genellikle orman çileği sirkesi tercih edilir.

• Çoban üzümü sirkesi peklikte, ishalde yardımcıdır ve iltihap önleyicidir. Kandaki yağ oranına olumlu etki yapar.

• Elma sirkesi Avrupa’da ilaç olarak en çok kullanılan sirkedir. Birçok hastalığın tedavisinde kullanılır. Kolesterol metabolizmasını olumlu etkiler. Tansiyonu ve kan dolaşımım düzenler.

• Frenküzümü sirkesi epitel doku iltihaplarında etkili olur. Bağışıklık sistemini uyarır ve kan oluşumunu destekler.

• Hurma sirkesi sakinleştirici, metabolizmayı uyarıcı ve peklik gidericidir.

• Kara hindiba sirkesi antiseptik ve peklik gidericidir. Ayrıca bağırsaklarda iltihap oluşmasını önleyici özelliği de vardır. Mineraller, özellikle potasyum yönünden, oldukça zengindir. Sarılığı ve sirozu tedavi ettiği de ileri sürülmektedir.

• Karanfil sirkesi baharat olarak kullanılan karanfilden yapılır. Kusmayı ve bulantıyı kesmekte çok etkilidir.

• Kayısı sirkesi konsantrasyonu artırır. Kan temizleyici, toksinlerden armdırıcıdır. Cilt, tırnak ve saç ü-zerinde olumlu etki yapar. Solunum zorluklarında yardımcı olur. Hücre koruyucudur.

• Kedi otu sirkesi yorgunluk vermeden sakinleştirir.

• Kırmızı şarap sirkesi kolesterol metabolizmasını olumlu etkiler. Damarlarda yağ tabası oluşmasına karşı kırmızı şaraptan daha etkilidir.

• Kiraz sirkesi romatizma ağrılarında sancı dindirici ve iltihap oluşmasını önleyicidir.

• Kuş dili sirkesinin en önemli özelliği unutkanlığı önlemesidir. Elma sirkesiyle karıştırılarak baş ağrısında uygulanır. Stres nedenli baş ağrısını dindirir ve baş dönmesine karşı etkili olur.

• Mürdüm eriği sirkesi antialerjik, kramp çözücü,

damar duvarlarını koruyucu ve bağırsakları uyarıcıdır.

• Mürver sirkesi sinir iltihaplarında ve genel iltihaplarda etkili olur.

• Peynir suyu sirkesi bağırsaklardaki faydalı mikroplar üzerinde olumlu etki yaptığından antialerjiktir ve deriyi temizler. Süte karşı alerjisi olanlar dikkatli olmalıdır. Ancak genellikle süt alerjisi olanlarda da alerjiye neden olmaz.

• Sarımsak ve soğan sirkesi az da olsa kolesterolü düşürür. Enfeksiyon önleyicidir, kanlanmayı destekler, vücudu canlandırır.

• Şeftali sirkesi bağ dokusunu ve kan dolaşımını güçlendirir.

Bu listeye biber, ceviz, defne, domates, fesleğen, gül, incir, kimyon, kuru üzüm, lavanta, limon, oğul otu, okaliptüs, mercanköşk, patates, pelin otu, pirinç, portakal, tarhun sirkelerini de ekleyebiliriz. Faydalı bitki, meyve ve sebze sirkeleri yalnız başına veya diğer sirkelerle karıştırılarak birçok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır.

Kısa Açıklamalar:

• Bakır ve pirinç, 1 ölçü sirke ve 2 ölçü domates ezmesi karışımıyla ovulduktan sonra temiz bir bezle çok iyi temizlenmelidir.

• Çamaşır makinesine koyulan çamaşır yaklaşık 100 mi sirkeyle ıslatılırsa, renkli çamaşırlar daha temiz olur ve beyaz çamaşırlar parlaklık kazanır.

• Sodayla karıştırılan sirke inatçı lekeleri söker.

• Uzun süre kullanılan süngeri mikroplardan temizlemek ve tekrar kullanılır duruma getirebilmek için, sünger sirkeli suyla yıkanır, sonra 1 litre suya 250 mi sirke karıştırılarak sünger 12 saat boyunca bu suda dinlendirilir. Sürenin sonunda sünger bol suyla çalkalanır.

• Üzerine sakız yapışmış olan bez sıcak sirkeyle ıslatılırsa sakız kolaylıkla çıkar.

• Tırnaklara oje sürülmeden kısa bir süre önce tırnaklar sirkeyle temizlenirse, oje daha kolay sürülür ve ojenin dayanıklılık süresi uzar.

• Aç karnına içilen sirke bazı insanlarda karın ağrısı yapabilir. Karın ağrısı sirkenin içine 1 çay kaşığı bal karıştırılarak önlenebilir. Çok fazla sirke ve sirke gibi asitli içecekler diş minesinin aşınmasına neden olmaktadır.

Sirke sözcüğünü ilk olarak Oğuzlar kullanmıştır. Sirke sözcüğü Farsça’da ekşi anlamına gelir. Sirkeye Kazaklar, Kırgızlar ve Türkmenler sirke, Azerbaycanlılar, Özbekler ve Uygurlar sirkci, Başkurtlar ise hirka demektedir. Sirke ekşi anlamında da kullanılmaktadır.

İnsanların şarap yapmaya başladıklarından beri sirkeyi tanıdıkları söylenebilir. Mısırlılar, Asurlar, Yunanlılar ve Romalılar sirkeyi yemeklerde, balık, et, sebze konservesi yapımında ve ilaç olarak hastalıkların tedavisinde kullanıyordu. Sirke önceleri toprak küplerde mayalandırılıyordu. Tahta fıçının bulunmasıyla, karnı şiş fıçılarda mayalandırılmaya başlandı.

Mısır ve Çin’de yapılan kazılarda, günümüzden 8 bin yıl önce yapılmış kaplarda sirke izine rastlanmıştır. Babillilerin günümüzden 7 bin yıl önce hurmadan sirke yaptığı ve sirkeyi tedavi amacıyla kullandıkları ve avladıkları hayvanları bozulmaması için sirkeye yatırdıkları bilinmektedir. Asurlular kulak ağrısını sirke pansumanıyla tedavi ediyordu.

Sirke birçok medeniyette yaraları dezenfekte etmek, ezik ve çürüklere pansuman yapmak, yılan ısırıklarını ve böcek sokmalarını tedavi etmek için kullanılmıştır. Ateşi düşürmek, yaraların çabuk kapanması ve sindirimi kolaylaştırmak için de içiliyordu. Mısır’da sirke güzellik maddesi olarak da kullanılmıştır. Romalılar sirkeyi üzümden, hurmadan ve bazı tahıllardan yapıyordu. Romalı askerlerin yola çıktıklarında mikrop öldürücü, serinletici ve güç verici olarak posca (poşka) denilen sirkeli su içtiklerini yazmıştır.

Çiftçilikle ilgili birçok eser yazan Columella, şaraptan nasıl sirke üretileceğini de yazmıştır. Ortaçağda veba salgınlarında insanlar, kendilerini havadaki veba mikroplarından korumak için ağız ve burunlarına sirkede ıslatılmış bez bağlıyordu. Ayrıca hekimler veba salgınlarında sirkeyi dezenfektan ve tedavi maddesi olarak kullanıyordu. Akdeniz ülkelerinde yaşayanlar yemeklerinde bol bol sirke kullanarak yemekleri bozulmaktan koruyordu. 16. yüzyılda Fransa’da sirke satışları o kadar çok arttıki, sirke satışlarından vergi alınmaya başlandı. Fransa’da da satıcılar sirkeyi sokaklarda dolaşarak arabaların üzerine koydukları fıçılarda satıyordu. Avrupa’da sirke satışlarının artması üzerine sirkenin nasıl oluştuğu araştırılmaya başlandı.

Fransız kimyager Antoine Laurent de Lavoisier (1743-1794) sirkenin oluşabilmesi için oksijenin gerekli olduğunu tespit etti. ingiliz kimyager Sir Humphrey Davy (1778-1829) sirkenin, alkolün mayalanması sonucu oluştuğunu buldu. Sir Davy ayrıca, sirkenin oluşumunda bakterilerin rol oynayabileceğini ileri sürdü. Mikrobiyolojinin babası olarak kabul edilen Louis Pasteur (1822-1895), sirkenin oluşumunda bakterilerin rol oynadığını, bakterilerin şarabın üzerinde yaşadığım ve sirke üretebilmek için oksijene ihtiyaçları olduğunu ispat etti.

Kneipp kolerayı, hastanın vücuduna sirkeye batırılmış bir bez sararak ve ardıç buharıyla tedavi etmektedir.

Günümüzde sirke Fransa, İspanya İtalya, Portekiz’de düşük kaliteli beyaz şaraptan, A.B.D., İsviçre, Kanada, Almanya’da ise elmadan üretilmektedir. Birçok ülkede ise o ülkede bol yetişen meyvelerden üretilmektedir. Türkiye’de sirke üretiminde öncelikle üzümden yararlanılmaktadır.

Sirke, su içinde eriyik halde olan sirke asididir. Sirke asidi (CH3COOH) ise mayalanmış alkoldür. Yapay olarak asetilenden veya ağaç kömüründen de elde edilebilir. Saf sirke asidi tahriş edicidir. Şaraptan, meyvelerden üretilen sirkede çoğunlukla %5-7 arasında sirke asidi vardır. Bira, şarap, elma şırası, meyve şarabı gibi alkollü içeceklere sirke karıştırılırsa veya bu içeceklerin içinde bulundukları kapların ağzı 2-4 hafta açık bırakılırsa sirkeleşirler. Sirkenin oluşmasına neden olan bakteriler havada ve mayalanan her bitkide vardır.

1 g alkolden 1,3 g sirke asidi elde edilir. Sirke oluşurken alkol ve diğer asitler oluştuğundan yukarıdaki formül teorik olarak doğrudur.

Sirke üretiminde başlıca üç yöntemden yararlanılır: En eski endüstriyel sirke üretme yöntemi olan Orleans sirke üretme yöntemi, günümüzde evlerde, küçük çapta sirke üretiminde uygulanmaktadır. Bu yöntem 14. yüzyılda, Fransa’nın Orleans kentinde uygulanmaya başlanmıştır.

Sirkeleşmesi istenen sıvı, fıçıların dörtte üçü veya yarısı dolacak biçimde meşe fıçılara doldurulur. Fıçıda sirke anası oluşmasıyla, ortamın içindeki alkolün büyük bir bölümü asetik aside dönüşmüş (sirkeleşmiş) olur. Bu arada ortamın üçte ikisi yenilenir. İkinci endüstriyel sirke üretme yöntemi Schützenbach, çabuk sirke üretme veya jeneratör tekniği olarak adlandırılmaktadır. 17. yüzyıldan itibaren uygulanmaya başlanan bu yöntem 19. yüzyılda Almanya’da Schützenbach tarafından geliştirilmiştir. Sirkeye dönüşmesi istenen alkollü sıvı içinde kayın talaşları olan bir fıçıya doldurulur. Kayın talaşları üzerindeki bakterilerle sirkeleşmeye başlayan sıvı, içinde kayın talaşı olan yeni bir fıçıya aktarılır. Bu işleme tüm sıvı sirkeye dönüşünceye kadar devam edilir.
14:27 | 3 yorum

Çay, Yeşil Çay, Siyah Çay Faydaları Yararları Zararları

Written By Unknown on 9 Ağustos 2011 Salı | 10:38

ÇAY, SİYAH ÇAY, YEŞİL ÇAY

CAMELL1A SINENSIS (L) O. KUNZE

Tıbbi Nitelikleri: Gerek siyah gerekse yeşil çay kansere karşı koruyucudur, virüslerin, mikropların çoğalmasını önler, kalp ve damarları kireçlenmeye karşı korur, yüksek tansiyonu düşürür, kanı pıhtılaşmaya karşı korur, kemiklerin sıkılaşmasım sağlar, dişleri çürümeye karşı korur, ağız kokusunu önler.

Araştırmalar çayda bulunan epigallokateşingallatm (EGCG-polifnol) kansere karşı en iyi koruyucu olduğunu göstermiştir. Epigallokateşingallatm özellikle yemek borusu, mide ve karaciğer kanserinde daha etkilidir.

Çay, güçlü bir kanserojen olan nitrosamin zehrinin midede oluşmasını önlemektedir. Yeşil çay özellikle akut alerji nöbetlerinde içindeki manganez nedeniyle yatıştırıcı olmaktadır. Çaydaki manganez kandaki şeker oranını düşürdüğünden, alerjik nöbeti karşıt etki yaparak durdurur. Bu durumda el veya ayaklara sıcak yeşil çayda banyo yaptırılması da yararlı olmaktadır.

Yüksek tansiyonun nedeni tam olarak aydmlatılamamıştır. Ancak karaciğerin ürettiği renin, anjiyotensin I-II gibi birçok enzimin kan basıncı üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Bunlardan anjiyotensin H’nin büzücü gücü daha yüksek olduğundan yüksek tansiyonun oluşmasında en etkili olan enzimdir. Yeşil çaydaki kateşin anjiyotensin H’nin üretimini önlemekte ve kan basıncının düşmesini sağlamaktadır. Yaşlanan insanların damarlarında zayıflamalar görülür ve damarlar elastikiyetini kaybeder. Çaydaki bir enzim damarların güçlenmesini ve basıncının düzenli kalmasını sağlamaktadır.

Çayın antioksidan gücü E vitamininden 20 kat fazladır. Vücudunda yüksek oranda E ve C vitamini olan canlılar daha uzun yaşamaktadır. Çay karaciğer hastalıklarının tedavisini destekler. Çok zor tedavi edilen hepatit iltihaplarının kansere dönüşmesini önler.

Düzenli olarak yeşil çay içenlerde kan dolaşımı şikâyetleri çok ender görülmektedir. Çayın gribe karşı koruyucu olma özelliği içindeki flavon etkili maddenin, grip virüsüne yapışarak onu öldürmesinden kaynaklanmaktadır, ishale neden olan virüsler de grip virüsleri gibi çaydaki benzer bir madde tarafından aynı şekilde öldürülmektedir. Kolera virüsü zehirinin aktif duruma gelmesi de çay tarafından önlenmektedir.

Bu nedenle çay ishal enfeksiyonlarına karşı iyi bir koruyucudur. Çay güçlü bir idrar söktürücüdür. Çayın kalp ve kan dolaşımını koruyucu özelliğini, içindeki vitamin etkisi gösteren maddeler sağlamaktadır. Akut kalp enfarktüsüne ve inmeye karşı koruyucu gücü de kan pıhtılaşmasını önlemesinden kaynaklanmaktadır. Hayvanlar üzerinde yapılan denemeler çayın etkisinin asetilsalisil asit kadar güçlü olduğunu göstermiştir.

Araştırma doğal kateşinin kan şekerini önemli oranda düşürdüğünü göstermiştir. Kandaki şekeri düşürmek için uygulanan yenebilir kateşin kuru yeşil çaydan elde edilmektedir. Ayrıca, yeşil çayda bulunan polisakkarit de kan şekerinin azalmasında etkili olmaktadır. Yaşlılık şekerinde gün boyu içilen yeşil çay, şekerin kontrol altında tutulmasına yardımcı olmaktadır.

Çay gençlik ve canlılık verir. Bu nedenle yaşlıların kahve yerine çay içmeleri önerilmektedir. Çay kan dolaşımını harekete geçirir ve uyanık kalmayı sağlar. Bağışıklık sistemini destekler, metabolizmayı hızlandırır ve daha fazla oksijen almayı sağlar. Birçok hastalığın oluşmasını önleyerek koruyucu rol oynar.

Not: Yaşlılar her gün birçok kez çay içebilir. Ancak 1 çay fincanı çay için 2 g çay kullanılmalıdır.

Çayın içinde iltihap önleyici birçok madde vardır. Özellikle başlangıç durumundaki anjin için iyidir. Aynı zamanda sıcak çay rahatlatıcıdır. Yeşil çayda bulunan kateşin karies bakterilerinin metabolizmasını etkiler ve çoğalmasını önler. Kateşinin bakteri öldürme özelliği olduğundan karies bakterilerini öldürmektedir. Uzun zamandan beri florun dişlerin direncini artırdığı bilinmektedir. Çayda flor doğal olarak bulunmaktadır. Bitkiler içerisinde en yüksek oranda flor çayda bulunmaktadır. Yeşil çay banyosu ayakları mantarlara karşı dayanıklı hale getirir.

Çay kadınlarda doğurganlık oranını artırır. Yeşil veya siyah çay alzheimer hastalığının gelişmesini yavaşlatır.

Dikkat: Çayın tüm tıbbi niteliklerinden ancak günde en az 10 çay fincanı içenler tam olarak yararlanabilir.

Kullanıldığı Yerler: Ağız kokusu, alerji, anjin, artrit, damar sertliği, ayak mantarı, depresyon, flor eksikliği, gastrit, gaz şişkinliği, kan damarları zayıflığı, kanser, kolesterol, şeker, yaşlılık, yüksek tansiyon.

Botanik Özellikleri: Yeşil çay ve siyah çay aynı ağacın ürünüdür. Aradaki fark çay yapraklarının işlenmesinden kaynaklanmaktadır.

Camellia Assamica ve Camellia Sinensis konik olarak büyüyen ağaçlardır. Boyları türüne göre 6-15 metre arasında değişir. Çay ağaçları 100 yıl yaşar. Çin’de yetişen çaya Camellia Sinensis, Hindistan’da yetişene ise Camellia Assamica adı verilmiştir. Bu çay bitkilerinden Japonya ikliminde ve toprağında yetişen ve yetiştiği çevreye uyum sağladığı için çok iyi ürün veren Camellia Japonica gibi birçok tür üretilmiştir. Günümüzde çay yetiştiricisi kendi çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan çayı seçme şansına sahiptir.

Çin’de yabani olarak yetişen subtropikal çay, kökünden itibaren dallanmaya başlar ve yavaş büyür. Toprak bakımından daha yetingendir. Hatta hafif dona dayanıklıdır ve az nemde de yaşamını sürdürür. Assam çayı tam bir tropikal bitkidir. Gelişebilmesi için güçlü güneş ışığına, sıcağa ve yüksek oranda neme ihtiyacı vardır.

Çay bitkisi yaz kış yeşildir. Yapraklarının toplanmasını kolaylaştırmak için devamlı budanarak boyu 120-150 cm arasında tutulur. Ne kadar fazla sulanırsa o kadar çok ürün verir. Yüksek nem gelişmesinin başlıca koşullarından biridir. Çin’de en iyi çay, tepeleri sürekli bulutlarla kaplı dağlarda yetişir. Bununla birlikte, çayın günde ortalama 4-5 saat güneşe ihtiyacı vardır.

Çin çayının yaprakları uzun, oval, koyu yeşil, parlak, kısa saplı ve kenarları ince dişlidir. Taze yaprakların altında çok ince, gümüş renkli parlak tüyler vardır. Hint çayının yaprakları daha büyük ve derimsidir. Çin çayından daha fazla ürün verir. Assam melezleri bol ürün verir, dayanıklıdır, hastalıklara ve zararlı böceklere karşı kendini daha iyi korur.

Çay ağacının çok güçlü kazık kökü toprağın 6 m derinliğine kadar iner. Suyunu ve gıdasını yetiştiği toprağa göre gelişen yan kökleriyle alır.

Nelerinden Yararlanılır: Yaprağından yararlanılır.

Toplanması ve Saklanması: Çay yetiştiği iklime göre, tüm yıl boyunca veya belirli dönemlerde toplanır. Çay sürgünlerinin ucundaki 3 yaprak, çay yaprakları üzerindeki çiğ kuruduktan sonra elle toplanır. Genellikle yaprağın biri tam açmadığı için toplanan çay yaprağı sayısı 2,5 olarak kabul edilir.

Yaprakların toplandıktan en geç 6 saat sonra fabrikaya götürülmüş olması gereklidir. Aksi halde kalitesinden kaybeder.

Siyah çay fermantasyon sonucu elde edilmektedir. Bu karışık ve çok özen isteyen bir işlemdir. Fermantasyon sürecinde çay yapraklarında oluşan kimyasal reaksiyon nedeniyle tanen maddesinin bir bölümü değişikliğe uğrar. Yeşil çay böyle bir işlemden geçirilmediği için içindeki tanen oranı daha yüksektir ve tadı daha buruktur.

Yeşil çayın rengim koruması ve yapraklarındaki enzimlerin sonradan fermantasyona başlamaması için yapraklar özel tavalarda ısıtılarak veya buharla içindeki enzimler tahrip edilir.

Çayın toplanması, depolanması ve paketlenip piyasaya sunulması arasında oldukça uzun zaman geçmektedir. Bu süre içinde çaydaki kimyasal reaksiyonlar devam eder. Toplandıktan sonraki üç hafta içinde çayın kalitesi daha da artar. Depolama süreci içinde çaydaki teaflavin ve okside olmamış flavonlar azalır, teinin suda çözünürlük özelliği artar.

En mükemmel paketlemede bile çay kalitesinde kayıp olmaktadır. Uzun süre depolanan çayda, özellikle aroma kaybı olur, büzücü gücü azalır. Bazen tadında arzu edilmeyen değişiklikler ortaya çıkar. Uzun süre depolama, çaydaki kateşin oranını da olumsuz etkiler. Çay hava ve ışık geçirmeyen cam, porselen veya tahta kaplarda ve serin yerlerde saklanmalıdır. Nemden çok iyi korunmalıdır.

Kokusu ve tadı: Siyah çay içmeye alışık olanlar için yeşil çayın tadı yavan, otumsu ve hafif acımsıdır. Yeşil çayın rengi sarıdır ve çaya özgü aroması yoktur. Siyah çay uzun süre demlendiğinde koyu kırmızı bir renk verir. Kendine özgü bir aroması vardır. Hafif buruktur. Her iki çay türü de uzun süre demlendiklerinde acılaşır.

Yan Etkileri ve Zararları: Bazı insanlar içinde tein bulunan içecek veya yiyeceklere karşı alerjik reaksiyon gösterir. İçin-, de tein olan kahve, kakao, siyah çay, kola, çikolata gibi içecekleri içtikten veya gıdaları yedikten bir saat sonra vücutlarının her tarafında kaşıntı başlar.

Yeşil çayın içinde de tein vardır, ancak hiçbir alerjik etki yapmamaktadır. Bundan teinin değil, bağlantılarının ve birleşimlerinin alerjiye neden olduğu sonucu çıkar. Her şeye rağmen içinde tein bulunan içecekler ve gıda maddelerine karşı dikkatli olunmalıdır.

Dikkat; Yeşil veya siyah çayla kesinlikle ilaç alınmamalıdır. Çayın ve alınan iiacın karşıt kimyasal etkileşiminden istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ayrıca 7 dakikadan daha uzun süre demlenmiş çaydaki tanen mide ve bağırsaklardaki gözenekleri daralttığından Hacın bir bölümü emilmeden dışarı atılır.

Tein en çok birinci demde bulunduğundan, çocuklara çayın birinci demi dökülerek ikinci deminin verilmesi önerilmektedir.

içinde tein bulunan içecekler ara sıra uyumamak için içilebilir. Ancak bu yöntem kesinlikle uzun süre uygulanmamalıdır. Uyarıcı maddeleri uzun süre kullanmak hiçbir zaman sağlıklı değildir. Çayda ve tein içeren diğer tüm içeceklerde bulunan teofilin ve teobromin alkaloitleri, teinin uyarıcı gücünü artırır. Örneğin çay ve çikolata teinin uyarıcı gücünü ve canlandırıcı etkisini artırır. Tütünde bulunan nikotin de teinin gücünü artırır.

Çay ve ette yüksek oranda üre bulunmaktadır. Aşırı derecede et yemek ve çay içmek gut hastalığına, romatizmaya ve sinirsel bozukluklara neden olabilir. Gut hastalığı ve romatizması olanlar fazla çay içmekten ve et yemekten kaçınmalıdır. Özellikle çay ve eti bir arada, yüksek oranda tüketmemeli, siyah çay yerine ölçülü oranda yeşil çay içmelidirler. Peklik çekenler 3-4 dk demlenmiş çay içmelidirler. Demlenmenin 5. dakikasından itibaren tanen serbest kalır. Tanen büzücü olduğundan pekliği olumsuz etkiler.

Yemekle birlikte içilen çay, demirin vücut tarafından emilmesini önler, kansızlığa neden olur. Bu nedenle kahvaltıda ve yemeklerde çay içilmemelidir. Fazla içilen çok demli çay, insanların sinir sistemini olumsuz olarak etkileyebilir.

Aşırı sıcak yenen gıda maddelerinin ağız, yemek borusu ve mide kanserine neden olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Aşırı sıcak içilen çay da ağız, yemek borusu ve mide kanseri riskini yükseltir.

Kullanma Biçimleri: Çay içten uygulanır.

Bitkiden Yararlanma Yöntemleri: Çay porselen veya cam kapta yapılmalıdır. Çayın yapıldığı kap deterjan veya sabunla değil, sıcak suyla yıkanmalıdır. Yeşil çay ve siyah çayın yapımı farklıdır. Suyun sertliği çayın aromasını ve tadını etkiler. Çay, sertliği az olan suda daha iyi demlenir. Suyun mineral oranı da düşük olmalıdır. Çay suyu kısa süre (yaklaşık 30 saniye) kaynatılmalıdır. Uzun süre kaynatılan su, çayın aromasını olumsuz etkiler. Klorlu sular ağzı açık kaynatılmalıdır.

3 dk demlenen çay uyarıcıdır. 7-10 dk arasında demlenen çay sakinleştirici dir. Bu etkiler çaydaki tein ve tanen maddelerinden kaynaklanmaktadır. Tanen 5. dakikadan itibaren serbest kalmaya başlar. 10 dakikadan sonra çay çok acılaşır.

Demlenmenin ilk 3 dakikasında çaydaki tein maddesi serbest kalır. Çaydaki tein canlandırıcı etkisini yavaş gösterir, ancak bu etki uzun sürer. Ayrıca teinin kan damarlarını genişletici özelliği vardır. Böbrekler üzerinde de etki yaparak idrar söktürücü rol oynar. Yeşil çayın üzerine kaynar su haşlanmaz. Çay suyu kısa süre kaynatılır, birkaç dakika beklenir, porselen veya cam bir kaba konur ve içine yeşil çay karıştırılır. Suyun sıcaklığının 70°C’den daha fazla olmamasına kesinlikle dikkat edilmelidir. Uyarıcı olarak 3 dk demlenir. Çay suyunun yumuşaklığı çayın tadını, aromasını ve içimini olumlu olarak etkiler.

Yeşil çayın kalitesine göre aynı çay birkaç kere demlenebilir. İkinci ve üçüncü dem daha çok sakinleştirici dir. Siyah çay demlemek için çay suyu kısa süre kaynatılır. Porselen veya cam kaba siyah çay konur ve üzerine kaynar su eklenir. Uyarıcı olarak 3-4 dk demlenir. 1 çay fincanı suya 2 g yeşil veya siyah çay konur. 1 litre suya ise 10-15 g çay konur. Bu yöntemle acılaşma önlenmiş olur. Şekersiz içilen 1 çay fincanı yeşil veya siyah çayda sadece 2 kalori vardır. İçine süt veya krema karıştırılan çayın aroması güçlenir. Çaydaki tein süt tarafından geçici olarak bağlanır, ancak bu bağlantı teinin mide epitel dokusunu tahriş etmesini önlemez.

Çay içine birkaç damla limon suyu veya bir dilim limon karıştırılarak da içilir. Limon çayın rengini açar ve aromasını değiştirir. Limonlu çay susuzluğu giderir. Ağız kurumasını önler.

Çay keyfi ülkeden ülkeye değişmektedir. Hatta aynı ülkenin değişik bölgelerinde bile çay içme alışkanlığı değişiktir.

Hindistan’da çay çok sütlü, tatlı, içine belirli baharatlar karıştırılan milli bir içecektir. İrlandalılardan sonra en çok çay içen İngilizler kişi başına ortalama günde 5 çay içer. Çay fincanının beşte birini soğuk olmayan sütle doldurur, üzerine sıcak çay koyar ve şeker karıştırırlar. İskoçlar çay fincanına bir kadeh viski ve şeker koyduktan sonra sıcak çay doldururlar ve son olarak da krema eklerler.

Rusya’da demliğe çok çay az su konur. Bu yöntemle çok koyu çay elde edilir. Demlikten bardağa konan çaya, ağız tadına göre sıcak su ve şeker karıştırılır. Buzlu çay için çay şoklanarak dondurulur ve dondurucuda saklanır. Her bardak için 4-5 g çay konarak demlenir. Bir bardağın üçte ikisi buzla doldurulur ve kaynar demli çay bu bardağa doldurulur. Arzuya göre şeker, limon, cin, konyak veya kampari de karıştırılır.

İçindeki Bazı Maddeler: Tein (%l,5-4 arasında), adenin, teofilin, teobromin, eterli yağ ve aroma maddeleri (300′den fazla), mineraller ve izleri (alüminyum, bakır, çinko, demir, flor, iyot, kalsiyum, manganez, potasyum), vitaminler (B, C, E, niasin, pantotenik a-sit), aminoasitler, diğer maddeler (selüloz %10, yağlar, üre, balmumu, saponin, lipoksigenaz, karoteno-id, flavonglikozit, flavonoidler (polifenoller). 5 çay fincanı çay (20 g çay) bir insanın günlük flor ihtiyacını karşılamaktadır. Çayın içindeki florun oranına göre bazen 5 çay fincanmdaki flor oranı ihtiyaçtan yüksek olmaktadır.

Tein ve kafein kimyasal olarak aynı maddelerdir. Çayın içindeki 400′den fazla maddenin birlikte yaptıkları etki henüz tam olarak bilinmiyor. Çin ve Japonya’da yapılan araştırmalarda 100 g yeşil çayda 9,36-12,9 g polifenol ve 1,82-2,94 g tein tespit e-dilmiştir. Tein oranının tüm çay toplama süresince aynı kalmasına karşılık, polifenol oranı ilk ve sonbaharda yükselmektedir. Tıbbi olarak reaksiyon göstermesi için günde 0,75-1,55 g polifenole ihtiyaç vardır. Normal olarak içilen yeşil çayla bu oranın alınmasının imkânsız olduğu ileri sürülmektedir.

REÇETELER

Ayakları Mantarlardan Koruyucu Banyo:


Adaçayı yaprak 50 g

Yeşil çay 25 g

6-7 g karışıma 2 litre kaynar su eklenir, ıo dk demlenip süzülür. Yatmadan kısa süre önce, ayaklar içinde 10-15 dk banyo yapılır. Çok iyi kurulandıktan sonra yumuşatıcı bir yağla masajlanabilir.

Bu banyonun başlangıç durumundaki mantarları yok ettiği de ileri sürülmektedir. Ancak bu uygulamanın uzun süre yapılması gereklidir.

Gaz Şişkinliği:

Rezene tohum 25 g

Yeşil çay 25 g

4 g karışıma 70°C, sıcak su eklenir 7 dk demlenir. Yemekten ı saat sonra içilir.

Menopoz:

Anason tohum 5 g

Civanperçemi çiçekli dallar 5 g

Lavanta çiçek 5 g

Meyan kök 5 g

Mürver çiçek 5 g

Peygamberçiçeği çiçek 5 g

Sığırkuyruğu çiçek 5 g

Tıbbi öküzgözü çiçek 5 g

Bahçe nanesi yaprak 10 g

Barut ağacı ağaç kabuğu 10 g

Kayışkıran Kokulu menekşe Çay kök çiçekli bitki yaprak 10 g 10 g 20 g

5 g karışıma 150 mi sıcak su eklenir, 15 dk demlenip süzülür. Sabahları 2 çay fincanı içilir.

Kısa Açıklamalar:

Çocuklar 5 yaşına kadar, yılda ortalama 5 kere ishal olurlar. Bu durumda çocuğun vücudu su ve birçok mineral kaybeder. Çocuğun mineral kaybı elektrolit eriyiklerle karşılanır. Ancak bu eriyiğin olmadığı durumlarda çaydan yararlanılır. 1 g (yarım çay kaşığı) siyah çaya 150 mi kaynar su eklenir. Tanenin suda yüksek oranda çözünebilmesi için 15 dk demlenir. Çaya üzüm şekeri veya normal şeker karıştırılabilir.

Thea Sinensis L., Thea Viridis L., Teae Bohea L., Camellila Thea Link, Camellia Theifera Griff çayın eski adlarıdır.

Eski Çin yazılarında çayın adı t’u, şe, ming, kia veya çuan olarak geçmektedir. Günümüzde Japonya ve Çin’de ç’a adı yaygın olarak kullanılmaktadır. Hintliler milli içkileri olan bu içeceğe chai (çay) der. Türkçe çay adı da doğu kökenlidir.

Çayın anavatanının Çin ve Hindistan olduğu kabul edilmektedir. Hindistan’da yetişen yabani çayın Çin’de yetişenden farklı olmasına iklim ve toprak farkının neden olduğu ileri sürülmektedir. Çin’de çay tarımı MÖ 3000 yılından beri yapılmaktadır. Bu dönemin krallarından Shen Nung çay içmenin insana sağladığı faydaları övmüştür. Çin’de çayla ilgili ilk kitap üç cilt olarak 780 yılında yazılmıştır. Lu Yü, bölgesinde yaşayan birkaç çay taciri tarafından çayın kökeni, insanların çay içme alışkanlıkları, çayın tarihi ve tedavi gücüyle ilgili bir kitap yazmakla görevlendirilmişti. Bu kitap sayesinde Lu Yü yıllar boyunca birçok kuşak tarafından çayın pîrî kabul edildi. Kitabı ölümünden yüzlerce yıl sonra bile Çin’de ve Japonya’da çayla ilgili en önemli kaynak sayıldı. Çin’de Sung döneminde (960-1280) çay insanların yaşamında önemli bir yer edindi.

Dostlara ve önemli misafirlere çay ikram etme alışkanlığı örf ve âdetlerde yerini sağlamlaştırdı. Bu tarihlerde de çay öncelikle kültürlü tabakanın içeceği olarak kaldı. Zamanla çay pişirme işi mükemmelleştirilerek bir sanat haline geldi. Çin imparatoru Hui Zong (İS 1101-1126) çayın tanınmasını destekledi, çayla ilgili Kuan ç’a Hin adlı bir eser yazdı ve yeni çay yetiştirme yöntemleri geliştirdi. Yeşil çayla ilgili ilk bilgiler 13. yüzyıldan itibaren başlar. Çay başlangıçta ilaç olarak kullanılıyordu, ancak 13. yüzyıldan sonra yavaş yavaş keyif verici madde olarak da içilmeye başlandı.

Çay Japonya’da ilk defa 522 yılında kullanılmıştır. Çay Japonlara gezgin Budist rahipler tarafından tanıtılmış, özellikle Zen Budistleri tarafından desteklenerek yayılması sağlanmıştır. Tarımı 805-806 yıllarında Japonya’ya getirilen çay tohumlarıyla başlatılmıştır.

Japon çay seramonisinin esaslarını düzenleyen çay ustası Riyu’dur (1521-1591). Bu seramoni günümüzde de uygulanmaktadır.

Avrupa’ya çay ilk kez 1610 yılında getirilmiştir. Ticareti ise 1638 yılından itibaren başlamıştır. Başlangıçta çay eczanelerde satılmış ve ilaç olarak kullanılmıştır. Dönemin tanınmış hekimleri içilmesini destekledikleri için çay çabuk yayılmıştır. 1700 yılından itibaren İngiltere’de günlük içecek olmuştur. 18. yüzyılın ortalarında İngiltere’de çay kahveden çok içiliyordu. İsveç’te ise 1756′da kahve ve çay içilmesi yasaklandı. İngilizler kendilerine birçok zorluk çıkaran Çin çay tekelinden kurtulmak için, 19. yüzyılda Çin çayını Hindistan topraklarında üretmeye başladılar. Aynı zamanda Assam çayını da geliştirdiler. Avrupa’da çayın iki ayrı ağaçtan toplandığı sanılıyordu. 1850 yılında çayın renginin farklı olmasının, çayın toplandıktan sonraki işlenme yönteminden kaynaklandığı açıkladı.

Eldeki kayıtlardan Türkiye’de ilk çay yetiştirme denemesinin 1888 yılında Bursa’da yapıldığı anlaşılmaktadır. Mudanya Kaymakamı Hasan Fehmi’nin 1892′de yayımlanan Coğrafyayı Sınaî ve Ticari adlı kitabında çay fidanlarının, dönemin ticaret bakanı es-bakı İsmail Paşa aracılığıyla Çin’den getirildiği yazmaktadır. Toprak ve iklimin çayın yetişmesine uygun olup olmadığı araştırılmadan yapılan bu girişim başarılı olmadı.

Çayın Türkiye’de yetiştireebileceği tezi ilk olarak 1917 yılında Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi müdür yardımcısı Ali Rıza Erten tarafından ileri sürülmüştür. Dönemin hükümeti tarafından görevlendirilen Ali Rıza Erten, Batum ve çevresinde narenciye ve çay yetiştirildiğini ve Rize ve çevresinin toprak ve iklim yönünden Batum’la özdeş özelliklere sahip olduğunu tespit etmiştir. Çalışmalarıyla ilgili 91 sayfalık rapor kitap olarak basılmıştır. Araya savaşın girmesi bu çalışmanın gerçekleşmesine engel olmuştur. Bundan sonraki girişim 1924 yılında gerçekleşmiştir. TBMM’nin 16 Şubat 1924′te çıkardığı bir yasayla Rize iliyle Borçka kasabasında narenciye, fındık ve çay yetiştirilmeye başlanmıştır.

Üreticiye yeterli bilgi verilmediğinden bu girişimden de sonuç alınamamıştır. Çay içme alışkanlığının halk arasında süratle yayılmaya başlaması Türkiye’de çay yetiştirme arayışlarının hızlanmasına neden olmuştur. 1933′te dönemin Ziraat Bakanı Muhlis Erkmen ve beraberindeki bilim insanlarından oluşan heyet Rize ve çevresinde yaptıkları incelemeden sonra bir çay yetiştirme programı hazırlamıştır. Zilini Derin 1937 yılında çay tarımının yerleşmesi ve geliştirilmesi için tam yetkiyle görevlendirilmiştir.
10:38 | 1 yorum

Kardeş Sitelerimiz

Sponsorlu Bağlantılar